Mehmet Dikmen: KUR’AN BİZE YETER Mİ?re Akcan
Sünneti inkâr fikri ilk ne zaman çıktı ve kimler tarafından çıkarıldı? Amaçları neydi? Son zamanlarda tekrar gündeme gelen bu anlayış neyi temsil ediyor? Sünnete ve hadise muhalefet ne anlama geliyor? Cenab-ı Allah, neden Resulullah’a (a.s.m.) uymamızı istiyor? Peygamber Efendimizin (a.s.m.) hadisleri olmadan Kur’an’ı anlayabilir, dini yaşayabilir miyiz? Kısacası Kur’an bize yeter mi?
Bütün bu ve benzeri soruları İlahiyatçı-Yazar Mehmet Dikmen’e sorduk. İşte cevapları:
“Kur’an bize yeter” denilerek hadislere ve sünnete muhalefet edildiğini görüyoruz. Bu iddiayı ileri sürenlerin gayeleri ne olabilir?
Bu iddia sahiplerinin niyet ve düşüncelerini şöyle sıralayabiliriz:
1. Hadis ve sünnet ışığında şekillenen İslam anlayışını, sanki Kur’an’a zıtmış gibi gösterip, zihinlerde bugüne kadar hiç kimse İslam’ı doğru anlayamamış vehmini uyandırmak, böylece geçmiş din büyüklerine olan itimat ve bağlılığı sarsmak.
2. Kur’an’ı çağın getirdiği bazı felsefî ve sosyal şablon ve sloganlara uygun şekilde yeniden yorumlama yoluna gitmek.
3. Dinî sorumlulukları, İslam’ın emir ve yasaklarını, çağdaş yaşayışa paralellik arz eder şekilde son derece azaltmak ve kolaylaştırmak.
4. Kendilerini, İslam’ı hurafe ve rivayetlerden kurtarıp yeniden yapılandıran bir çeşit mücedditler gibi, topluma lanse etmek ve kabul ettirmek.
Kur’an, elbette İslam dininin temel kaynağı yani bir nevi anayasası hükmündedir. İnsanoğlunun manevî saadet ve huzuru için gerekli olan her türlü inanç esasları, ibadet emirleri, toplum kaideleri, hukuk müeyyideleri, teferruata girilmeden genel hatlarıyla Kur’an’da ortaya konulmuştur.
Kur’an’da ortaya konan bu genel esasların nasıl uygulanacağını Hz. Peygamber (a.s.m.) bizzat yaşayarak göstermiştir. Fiilleriyle, halleriyle, sözleriyle izahsız kalan meselelere açıklama getirmiş, hayatıyla örnek olmuştur.
Hz. Peygamberin bu örnek hayatına “sünnet-i seniyye” denir.
Kur’an ve onun hayata uygulaması sayılan sünnet, ashab devrinden başlayarak tüm zamanlarda Müslümanların dinî ihtiyaçlarını karşılayan temel kaynak olmuştur. Her hüküm, bu iki temel kaynağa bakılarak ortaya konmuştur.
Zaman içinde, elbette Kur’an ve hadiste açıkça yer almayan olaylar ve meseleler ortaya çıkmıştır. Bu meselelere çözüm ise; yine Hz. Peygamber’in (a.s.m.) tavsiyesi doğrultusunda, Kur’an ve hadisin hükmüne zıt olmamak kaydıyla, örf ve âdetler de nazara alınarak, “içtihat” denen akıl ve kıyas yoluyla halledilmeye çalışılmıştır. Ve işte mezheplerin ortaya çıkışı da, bu gibi içtihadî konularda olmuştur.
Kur’an ve sünnet esas alınmak suretiyle, içtihadî faaliyetler, her devirde devam etmiştir. Bu sayede, İslamî hayat şekillenmiş, günlük olaylar ve davranışlar, en ufak teferruatına kadar dinde yerini ve hükmünü bulmuştur.
Ne var ki, zaman içinde İslamî hayata çeşitli hurafeler, bid’atlar, yanlış telakkiler de karışmıştır. Bu yanlış telakki ve hurafelerle mücadele etmenin yolu, eğitimden geçmekledir. Çünkü bu hurafeler, halk arasında bilgisizlikten yer tutmuştur.
Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, insanlara “doğru İslam’ı” ve “İslamiyet’e layık doğruluğu” anlatmak gerekmekledir. Yoksa bu yanlışları diline dolayıp sünneti bütünüyle inkâr etmek, mezhepleri reddetmek, Kur’an’ı yeniden yorumlayıp yepyeni bir din anlayışı ortaya koymaya çalışmak, iyi niyetle kabil-i telif bir durum değildir. Başka niyet ve amaçlardan kaynaklanan menfi bir harekettir.
Hadisler, Kur’an’ın yerine geçmek, Kur’an’da olan hükümlerin zıddına hüküm koymak için rivayet edilmemiştir.
Bilakis hadisler; Kur’an’ı en iyi bilen, vahyin mübelliği olan Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) bir nevi Kur’an tefsiri ve açıklamasıdır. Nazarî hükümlerin hayata geçirilmesidir.
Sünneti inkâr ne zaman, nasıl başladı?
Sünneti inkâr hareketi, İslam tarihinde ilk önce hicri ikinci yüzyılda ortaya çıktı. Bunu çıkaranlar, Hariciler ve Mutezile idi.
Hariciler böyle bir şeye gerek duydular, zira Müslüman toplumunda çıkarmak istedikleri anarşiyi engelleyen, bu toplumu belli bir düzen, belli kurallar üzerinde tutan, Resulullah’ın (a.s.m.) sünnetiydi. Ayrıca, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) sözleri var oldukça Haricîlerin aşırı görüş ve düşünceleri İslam âleminde kök salamazdı. Bu nedenle, Hariciler, hadislerin doğruluğundan şüphe ve sünnetin uygulamaya layık oluşunun inkârı gibi iki yönlü bir politika izlediler.
Daha sonra Mutezile de buna gerek duydu; çünkü Acem ve Yunan felsefeleriyle karşı karşıya gelinmesiyle birlikte Mutezile, bu felsefeleri eleştirel bir biçimde inceleyip doğruluklarını ölçecek kadar bilgi ve basiret sahibi olamamıştı. Onlar, felsefe adıyla gelen her şeyi tamamen aklın ve akılcılığın gereği sandı ve İslam inanç ve kurallarının bu sözde akılcı ölçülere uyacak şekilde yorumlanmasını istediler. Ne var ki, bu yolda yine hadis ve sünnet engeliyle karşılaştılar. Bu nedenle, onlar da Hariciler gibi hadislere şüpheyle yaklaştılar ve sünneti, hüccet kabul etmekten çekindiler.
Bu iki hareketin tekniği aynıydı. Amaçları, Kur’an’ı, onu getirenin sözlü ve pratik yorumlama ve açıklamalarından ve Allah’ın Peygamberi’nin (a.s.m.) kendi önderliğinde kurmuş olduğu düşünce ve hareket zemininden soyutlayarak mücerret bir kitap haline getirmek ve onun gelişigüzel tevillerini yaparak İslam etiketini taşıyan bambaşka bir sistem kurmaktı. Bu amaç için benimsedikleri tekniğin iki hedefi vardı:
1. Hadislerin gerçekten Resulullah’a (a.s.m.) ait olup olmamaları konusunda kalplerde kuşku uyandırmak.
2. Bir söz veya hareket Hz. Peygamber’e (a.s.m.) ait olsa da, bizim O’na uymamız veya O’nu uygulamamız şart değil, gibi bir kaide ortaya atmak.
Onların ileri sürdüğü görüş şuydu: Hz. Resulullah (a.s.m.) bize Kur’an-ı Kerim’i getirmek ve ulaştırmakla görevliydi ve bu görevi yerine getirdi. Bunun ötesinde o, bizim gibi sıradan bir insandır. O’nun söyledikleri ve yaptıkları, bizim için nasıl hüccet olabilir?
İlk asırlarda başlayan bu sünneti inkâr hareketi, niçin tutunamadı?
Sünneti inkâr eden Haricîler ve Mutezile fitnesi, bir süre sonra kendiliğinden öldü ve hicri üçüncü yüzyıldan sonraki yüzyıllarda İslam dünyasında bunlardan eser kalmadı.
Bu hareketin tutunamamasının sebepleri özetle şuydu:
1. Hadis âlimlerinin, hadisler üzerine müthiş bir titizlikle araştırma ve çalışmaları. Hadisleri çok güvenli ölçüler ve kriterlerle Hz. Peygamber’e (a.s.m.) dayandırmaları; rivayetlerin zayıfını-kuvvetlisini, doğrusunu-uydurmasını, ilmî metotlarla inceleyip tüm teferruatıyla ortaya çıkarmaları.
2. Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber’in (a.s.m.) dindeki konumunu açık ve net bir şekilde belirlemesi… Yani, O’nun, sadece Kur’an’ı getirmekle görevli olmadığını, aynı zamanda Kur’an’ı açıklayıp hayata uygulayıcı olduğunu, bütün söz ve hareketinin örnek alınması gerektiğini, buyruklarına mutlak itaat icap ettiğini, Allah’ın rızasının Resulü’nün sünnetine ittibadan geçtiğini hükme bağlaması.
3. Sünneti inkâr edenlerin, ne derece keyfî ve ölçüsüz tevil ve yorumlara yol açtıklarının görülmesi.
4. Ümmetin ma’şeri vicdanının bu hareketi reddetmesi. Selef âlimlerinin hepsi, Hz. Peygamber’i (a.s.m.) devre dışı bırakan bu sapık inanca, zerrece taviz vermedikleri gibi, çürütülmesi için de tüm güçleriyle çalışmışlardır.
Peki sünneti inkâr fitnesi, günümüzde yeniden neden dirildi ve kimler tarafından diriltildi?
Sünneti inkâr fitnesi, yüzyıllarca mezarda kalakaldı. Ta ki, hicri 13. yüzyılda (miladi 19. yüzyılda) dirilinceye kadar… Bu fitnenin ilk doğuşu, Irak’ta olmuştu. Çağımızdaki dirilişi de Hindistan’da oldu. Burada bunu başlatan Sir Seyyid Ahmed Han ve Mevlevi Çerağ Ali idi. Daha sonra Mevlevi Abdullah Çakralvi bunun bayraktarlığını yaptı.
Bu fitnenin ikinci doğumunun nedeni de, hicri ikinci yüzyıldaki ilk doğumuna benzemektedir. Yani İslam dünyası; Batı felsefesi, medeniyet ve kültürüyle karşılaşınca, dışarıdan gelen bütün fikir akımlarını eleştirel açıdan incelemek yerine, onları tamamen akla ve mantığa uygun kabul ederek, İslam’ı bunların kalıbına dökmeye kalkışmak düşüncesi…
Bu yeni inkârcılar Batı’dan gelmekte olan düşünce, ideoloji, medeniyet ve kültür ilkelerinin ve hayat kanunlarının son derece ölçülü, tutarlı, akıllıca olduğunu ileri sürüyorlardı ve bunları İslam açısından eleştirmenin yobazlık ve gericilik olduğunu iddia ediyorlardı. Onlara göre, çağa ayak uydurmanın tek yolu, İslam’ı bunlara göre değiştirmekti.
Mevdudî’ye göre, bugün sünneti inkâr edenlerin takip ettikleri metot ve teknik şudur:
1. Hadisi şüpheli hale getirmek ve bu şüphenin haklılığını ispatlamak için Batılı oryantalistlerin kullandıkları bütün metotlara inanmak ve bunları kendi açıklamalarıyla Müslüman halkın arasında yaymak. Ta ki, Hz. Peygamber’den (a.s.m.) ümmete, güvenilir kaynaklardan Kur’an’ın dışında hiçbir şeyin ulaşmadığına bilgisiz kimseler inanıversin.
2. Hadis mecmualarını tıpkı Hıristiyan misyonerlerin Kur’an-ı Kerim’i taramaları gibi –hâşâ– kötü ve yanlış taraflarını çıkarmak amacıyla taramak; hadis kitaplarını, gülünç ve saçma konularla dolu olduğu izlenimini uyandırmak amacıyla kopuk cümle ve ibareler çıkarıp Müslüman halka bunları göstermek ve daha sonra da yaşlı (!) gözlerle Müslümanlara çağrıda bulunmak ve İslam’ın daha fazla alaya alınmaması için bu saçmalık tomarını (!) bir köşeye atmalarını istemek.
3. Resulullah’ın (a.s.m.) işinin sadece Kur’an’ı insanlara iletmek olduğunu belirtmek.
4. Yalnızca Kur’an’ın İslam hukukunun kaynağı olduğunu belirtmek ve sünnet-i Resulü, İslam’ın hukuk düzeninden çıkarmak.
5. Ümmetin başta sahabe olmak üzere, tüm fakih, muhaddis (hadis âlimleri) müfessir (tefsir âlimleri) ve mezhep imamları ile din ve dil bilginlerini güvenilmez kılmak. Böylece kendi sözlerine inanılırlık sağlamak.
6. Kendilerine göre yeni bir dinî terimler sözlüğü hazırlamak; tüm sözcük ve terimlerin geleneksel anlamlarını değiştirmek ve Kur’an ayetlerine diledikleri anlamı verebilmek…
Allah, bizden Resul’üne uymamızı niçin istiyor?
Cenab-ı Hakk’ın bizden Resul’üne (a.s.m.) uymamızı istemesinin, model ve rehber olarak O’nu göstermesinin sebebi; bizi kendi rızasına ulaştıracak her türlü hal ve hareketi, ibadet ve güzel ahlakı, O’nun mübarek şahsında topladığı içindir. Sevgili Habibini, her yönden en mükemmel surette, en ideal ve mutedil bir fıtratta yarattığından dolayıdır.
Böyle olduğu içindir ki, Kur’an’da “Muhakkak ki Sen, yüce bir ahlaka sahipsin” (Kalem, 4) ifadeleriyle, O’nun ahlakını övmüştür.
Peygamberimiz (a.s.m.) de, “Beni Rabbim terbiye etmiş, çok da güzel edeplendirmiştir” (Kenzu’l-Ummal, 11:406) buyurarak aynı gerçeğe dikkat çekmiştir.
Allah dileseydi Resul’ünün bütün hayatını mucizelerle donatabilir, olağanüstü bir varlık olarak bizlere gönderebilirdi. Hâlbuki inkârcıların inatlarını kırmak, onların mucize isteklerini karşılıksız bırakmamak için, Resul’üne ara sıra mucize vermiştir. Allah Resulü’nün (a.s.m.) çoğu hayatı, diğer insanlardan farksız, herkesin yaşadığı hayat şartlarına tabi olarak geçmiştir.
O da diğer insanlar gibi yemiş, içmiş, uyumuş, yürümüş, evlenmiş, çalışmış, yorulmuş, yaralanmış, hastalanmış, üzülmüş, sevinmiş, kısacası iyi-kötü hayatın bütün cilvelerine maruz kalmıştır. Allah’ın kâinata koyduğu âdetullah kanunlarına herkesten fazla riayet etmiştir. Böylece, yaşadığı hayatla tüm insanlara örnek olmuştur. Allah Resulü (a.s.m.) olağanüstü, mucizevî bir hayat yaşasaydı, hiçbir fiili, hareketi, davranışı taklit edilemezdi, kimse tarafından örnek alınamazdı.
Kur’an’ın sünnet olmadan, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) açıklamaları bulunmadan tam anlaşılamayacağına ve yaşanamayacağına dair bazı misaller verebilir misiniz?
– Kur’an’da 34 yerde “namaz kılınız” emri vardır. Ama namazın nasıl kılınacağını, hangi vakitlerde kaçar rekât olarak eda edileceğini Kur’an beyan etmez. Sadece namazı kılma emrini verir. Namazın nasıl kılınacağı, vakitleri, rekâtları hep Hz. Peygamber (a.s.m.) tarafından beyan edilmiştir. Allah Resulü (a.s.m.), ashabına, “Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız öyle namaz kılınız” emretmiştir.
– Kur’an’da mü’minlerin hac etmeleri emredilmiştir. Bu haccın kimlere farz olduğu, ne zaman, ne şekilde ifa edileceği, hac sırasında ne gibi ibadetler yapılacağı yine sünnetle sabit olmuştur.
– Zekât için de aynı durum söz konusudur. Zekâtın hangi insanlara verileceği Kur’an’da belirtilse de, zekâtın kimlere farz olduğu, zekât verilecek malların cinsleri ve zekât verilecek miktarları gibi teferruat yine sünnetle tayin olunmuştur.
– Kur’an oruç ibadetini emretmiş; orucun zamanını, gereklerini, orucu bozup bozmayan halleri, oruç tutmamayı mübah hale getiren durumları, yine sünnet belirlemiştir.
– Kurbanın ne zaman, nasıl kesileceği, nasıl dağıtılacağı, kesilecek hayvanda bulunması gereken şartların neler olduğu, yine sünnetle ortaya konmuştur.
Toplum hayatına ve insan ilişkilerine ait pek çok görgü kaideleri, muaşeret ölçüleri, yine Hz. Peygamber (a.s.m.) tarafından ortaya konmuştur. Bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
– Komşu hakkı, ana-baba hakkı, karı-koca hakkı, işçi-işveren hakkı gibi tüm hak ve vazifeleri Peygamberimizin sünneti belirlemiştir. Bu haklar Kur’an’da ancak genel ilkeler ışığında konu edilmiş, teferruat bütünüyle sünnete havale edilmiştir.
– Ahlakî normlar, tüm teferruatıyla ancak Hz. Peygamber’in (a.s.m.) örnek yaşayışında ölçüsünü bulmuştur.
– Ticarî hayat, ticarî ilişkiler Allah Resulü tarafından tanzim edilmiştir.
– Evlilik ve aile kurumu, sünnet ışığında şekillenmiştir.
Elbette bu zikrettiğimiz konularda Kur’an’da da temel hükümler konmuştur. Mesela, ticarî hayatla ilgili faiz yasağı gibi. Ama bu temel hükümlerin hayata uygulaması, hep Allah Resulü’nün (a.s.m.) sünneti vasıtasıyla olmuştur.
Hem mesela, Kur’an’daki tesettür ayetinden Allah Resulü ve ashap başın örtülmesi gerektiği manasını anladığı; sonraki asırlarda da uygulama bu yönde olduğu halde, sünneti reddeden bazı Kur’an yorumcularının, günümüzde ortaya çıkıp da “Kur’an’da başı örtme emri yoktur. Ayeti böyle yorumlamak yanlıştır” demeleri, “Ben Kur’an’ı Allah Resulü’nden, ashaptan, tüm İslam âlimlerinden daha iyi anlıyorum” manasına gelmez mi?
Özetle diyebiliriz ki, Kur’an’ın emir ve yasaklarını, Allah Resulü (a.s.m.) açıklamış, izah etmiş, hayata uygulamıştır. Dolayısıyla Kur’an ve sünnet birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Dinin iki temel kaynağıdır. Birbirini tamamlar ve bütünler. Bu sebepledir ki Allah Resulü, “Sizlere iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe hiçbir surette doğru yoldan sapmazsınız. Bunlar Allah’ın Kitabı ve Resulullah’ın sünnetidir” (Muvatta, Kader: 3) buyurmuştur.
KUR’AN’DA OLMAYAN MESELELERE SÜNNET HÜKÜM GETİRMİŞTİR
İbn Abdilberr, Muaz b. Cebel’den şu nakli yapmaktadır.
O, demiştir ki: Resulullah (a.s.m.) beni Yemen’e vali olarak gönderdiği zaman bana:
– Önüne bir dava getirildiği zaman nasıl hüküm verirsin, buyurdu. Ben:
– Allah’ın Kitabı’yla hükme bağlarım, dedim. Efendimiz (a.s.m.):
– Allah’ın Kitabı’nda bir çözüm bulamazsan ne yaparsın, diye sordu. Ben:
– Allah Resulü’nün sünnetiyle hüküm veririm, dedim. Efendimiz (a.s.m.):
– Allah Resulü’nün sünnetinde de bir çözüm yoksa ne yaparsın, buyurdu. Ben de:
– Kendi görüşümle içtihat ederim; meseleyi yüzüstü bırakmam, dedim. Bu cevap üzerine Resulullah (a.s.m.) göğsüme vurarak:
– Resulünün elçisini, O’nun razı olduğu şeyde muvaffak kılan Allah’a hamd olsun, diye hamd etti. (Ebu Davud, Akdiye, 11)
“KUR’AN VE HADİSE BİRLİKTE YAPIŞIN!”
Ebu’ş-Şeyh, Ebu Nuaym ve Deylemî, Resulullah’ın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
“Kur’an, kendisinden hoşlanmayana karşı zordur; aşılmaz, anlaşılmaz görünür. Halbuki o (her konuda) hakemdir. Kim, benim hadisime yapışır, onu anlar ve hıfzederse, Kur’an’la birlikte hareket etmiş olur. Kim, Kur’an’ı ve hadisimi hafife alırsa, dünya ve ahirette perişan olur.
Ümmetime sözüme yapışmalarını, emrime itaat etmelerini ve sünnetime tabi olmalarını emrettim.
Kim, benim sözüme razı olursa, Kur’an’a razı olmuş olur. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi nehyederse ondan da vazgeçin’ (Haşr, 7) buyurmaktadır.” (Şifa, II, 25)
SÜNNETE YÜZ ÇEVİRENLER
İmam Buharî ve Hakim, Ebu Hureyre’den (r.a.):
Resulullah (a.s.m.) buyurdu ki:
– Yüz çevirenler hariç, ümmetimin tamamı cennete girecektir.
Ashab sordu:
– Ya Resulallah, yüz çevirenler kimlerdir?
Allah Resulü (a.s.m.):
– Bana (sünnetime) itaat eden cennete girer, bana isyan edense cennetten yüz çevirmiş olur, buyurdu. (Buhari, İ’tisam, 2)
Moral Dünyası Dergisi