Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Takvâ ile İmtihan Olan Gönül veya Gönüllerin Takvâ ile İmtihanı

Takvâ ile İmtihan Olan Gönül veya Gönüllerin Takvâ ile İmtihanı

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

TAKVA İLE İMTİHAN OLAN GÖNÜL

veya

GÖNÜLLERİN TAKVA İLE İMTİHANI

Prof. Dr. Mustafa KARA
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İmtihandır her kula dosttan gelen derd ü mihen
Zikrini zikreyleyen nâçara dermandır tabib

                                                                                                            Âdile Sultan

Önce Hucurât suresinin ilk üç ayetinin Türkçe’sini okuyalım: “Ey iman edenler! Allah ve Resûlü’nün önüne geçmeyin, Allah’a itaatsizlikten sakının! Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla çıkarmayın, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider. Allah Resûlü’nün yanında seslerini kısanlar var ya, işte onlar Allah’ın, gönüllerini takva yönünden denemeye/imtihana tabi tuttuğu kimselerdir. Onlar için bağışlanma ve büyük bir ödül vardır.”

Konumuz bu: Takva ile imtihan edilen gönül.

Bilindiği gibi bazı terimler çok anlamlı, çok katmanlıdır. Mensup olduğu dil içinde zamanla mesleklere/ilimlere göre yeni anlamlar kazanır, farklı dillere tercüme edilirken yeni nüanslarla zenginleşir. Yumak gittikçe büyür. Toplumların kültür ve zihniyetine uygun olarak bulunan yeni mânâlar yeni anlayış biçimlerini/tartışmaları gündeme taşır. Dilcilerin cevelân alanı genişledikçe genişler. Lügatçilerin işi büyüdükçe büyür. Ve dillerin Allah’ın ayetlerinden bir ayet olduğu hakikati ile yüz yüze gelinir. (Bk. Rum, 30/22) Bu söylediklerimize çok uygun olan kelimelerden biri de -bilindiği gibi- takvadır. Kur’ân-ı Kerim’in örnek olarak insanlığa sunduğu mümin tipinin en üst noktasında bulunan kâmil insanların/evliyâullahın adı da bu kelime ile ilgilidir: Muttakî. Bu terimin Türkçe’de tek kelime ile karşılığını bulmak mümkün olmadığı için önceleri Allah’tan sakınan/korkan gibi ifadelerle tercüme edilen söz konusu sözcük son yıllarda “Allah’a karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olan” mümin diye tercüme edilmektedir.

Nedir mânâsı bu kelimenin?

Söze, Cumhuriyet döneminin ilk müfessirinin doksan yıllık tespitleriyle başlayalım:1
“İttikâ, vikâyeyi kabul etmek, tabir-i âherle vikâyeye girmek. Vikâye ise fart-ı siyânet yani elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice korumak demektir. O halde lugaten ittikâ veya onun ismi olan takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, hasılı kendini iyi sakınıp korumak demek olur. Bunun lâzımı olarak korkmak, ictinab ve ihtiraz etmek, tevakkî eylemek mânâlarında da kullanılır. Tevakkîde tekellüf, ittikâda sadelik vardır. En şâmil ve en kuvvetli vikâye ise ancak Allah’ın vikâyesidir… İttikâ veya takva, insanın kendini Allah’ın vikâyesine koyarak ahirette elem ve zarar verecek şeylerden iyice korunması, tabir-i âherle seyyiâttan tevakkî ve hasenâtı iltizâm etmesi diye tarif olunur ki hakiki haşyet ve mahabbet ile alâkadar olarak biri vucudî diğeri ademî iki haysiyeti hâizdir: Tahliye2, Tahliye.3 Eûzu besmeleden, kelime-i tevhidden itibaren bu iki haysiyeti görürüz. Binâenaleyh takvâ-yı şer’îyi sırf menfi ve mücerred perhizkârlıktan ibaret zannetmek hatadır. Maamafih ittikâ, bunların yalnız birinde istîmal olunduğu çoktur. Mesela Kur’an’da haşyet, iman, tevbe, taat, terk-i ma’siyet, ihlâs mânâlarından her birinde kullanıldığı mevâki vardır…”

Müfessirimize göre Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen takva ve ittikâ kelimeleri müminin hayatında üç mertebe halinde ele alınabilir:

1. Ahiret azabından kurtulmak için şirkten tamamen uzaklaşmak.
2. Günahlardan uzak durup farzları yerine getirmek için gayret göstermek.
3. Gönlümüzü meşgul edebilecek olan her şeyden/mâsivâdan uzak kalarak bütün varlığı ile Allah’a yönelmek.

Bu üçlü kademe Mâide suresinin 93. ayetinde şöyle anlatılmıştır: “İman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyle sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur. Allah iyi ve güzel yapanları sever.”

Takvânın en alt basamağından en üst noktasına işaret eden bu tespitlerden sonra tekrar Hucurât suresinin ilk ayetlerine dönebiliriz. Dünya denen imtihan salonunda gönüllerin takvâ ile imtihanı hangi “soru” ile gerçekleştiriliyordu? Bir adâb-ı muâşeret kaidesi ile… Kâinatın Efendisi’nin huzurunda bulunmanın konuşmanın ve dinlemenin usûlü, adâbı ile ilgili. Söz konusu sure daha “büyük” bir ifade ile başlıyor: “Allah ve Resûlü’nün önüne geçmeyin!” Haddinizi yani sınırınızı bilin! Haddinizi yani sınırınızı aşmayın. Bir başka ifade ile hudûdullahı koruyun! Çünkü takvânın, gönülleri tatmin eden yolu bu “sınır”la ilgilidir. Bu sınır/hudut konusunda gösterilecek olan dikkat ve titizlikler mümini kemâl noktasına taşıyacaktır. Öyleyse bir imtihan sorusu daha sorulabilir:

Sınır nasıl aşılır?

Bunun çeşitli yolları vardır. Bir iki tanesine işaret edelim:

Edirne Hasan Sezaî Hazretleri haziresinde, hayat ve ölüm. (Fotoğraf: Fulya İbanoğlu)

İnsan bazen bilgisiyle/kendisinde var olduğunu zannettiği bilgisiyle haddi aşar, Allah’ın önüne geçer, O’nun adına konuşmaya başlar, sahip olduğu bilgi kırıntılarıyla ayetleri istediği gibi tevil ve tefsir eder, herkese istediği gibi, istenildiği gibi, istendiği kadar “fetva” yetiştirir. Hem de küçük düşürücü “az bir bedel” ile. (Bk. Bakara, 2/174) Bu “çağdaş” fetvalar verilirken ara cümlelerde kişi kendini, daha önce kimsenin bulamadığı ince buluşlarını ve eserlerini medhetmeyi de ihmal etmez. Allâmü’l-ğuyûb olan (Tevbe, 9/78) ve gönüllerde olup biteni bilen (Hûd, 11/5) Varlık karşısındaki bu haddini bilmezlik, giderek bütün melekelerini işgal eder. Egosunun kalın, kirli ve siyah perdesi sebebiyle şu ayetin ışığıyla hiç karşılaşamaz duruma düşer:

“…Kendinizi tezkiye etmeyiniz/temize çıkarmayınız. O, kimin daha muttakî olduğunu çok iyi bilir.” (Âl-i İmran, 3/115) Haddini aşmış, sınırı geçmiş, olmaması gereken yerlerde dolaşıp duran bu insanın tevbe edip şu ayeti vird-i zebân edininceye kadar perişanlığı devam eder durur: “…Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur.” (Bakara, 2/32)

İnsan bazen derin saygı duyulması gereken konulara bilgisizce hakaret ederek sınırı aşar. Şeâir-i İslâm denen dinî değerleri / sembolleri küçümseyerek, onlara hürmet edenleri hakir görerek hududu aşar, yasak bölgeye girer. Bunu fikir hürriyeti, düşünce özgürlüğü, insan hakları, “seyahat” özgürlüğü “şemsiye”siyle yapmaya yeltenir. Dinî değerlerin, Allah ve Resûlüllah’ın koyduğu ilkelerin, kurûn-i vustâî / ortaçağvari şeyler olduğunu telaffuz etmeye kalkar. Bu ümitsiz ve karanlık körfezlerde kulaç atanlardan, uyananların deniz feneri ise Allah’ın şu sözüdür: “Kim Allah’ın şeâirine saygı gösterirse şüphesiz bu kalplerinin/gönüllerinin takvâsından kaynaklanır.” (Hac, 22/32) Bu fenerin kâinata yaydığı ışığı görenler, verdiği sinyalin mânâsını anlayanlar sahil-i selâmete yani kendilerine, kendi “memleket”lerine döner ve

Seni sevmek benim dinim imanım
İlâhî, din u imandan ayırma!

nutk-ı şerifini terennüm etmeye başlarlar.

Allah ve Resûlü tarafından sınırları çizilen dinin temel terimi iman, imanın yeri de kalptir. Peki “Takva buradadır.” (Müslim, Birr, 32) diyerek kalbini gösteren Peygamber Efendimiz’in önüne kim, nasıl geçebilir? Burada Hindistan’lı Selman Ruşdî’den, Danimarkalı karikatüristten önce kendimizi hesaba çekmemiz gerekiyor. Çünkü ayet “Ey müminler!” hitabıyla başlıyor. “Mürekkep yalayan”lar olarak en büyük hatamız şu:

O’nun şerefli sözlerinden işimize geleni alıyor, işimize gelmeyeni “Mevzuat Sepeti”ne atıyor ve aklımızca onlardan kurtuluyoruz. Mevcut yetersiz bilgimizle bir yerlere oturtamadığımız metinleri yok sayıyoruz. Hiçbir yetkimiz olmadığı halde, edeb sınırlarını zorlayarak “O’nun böyle bir şey söylemesinin zaten mümkün olmadığını” da ilave ediyoruz. Böylece aklımızı ve bilgi kırıntılarımızı O’nun önüne geçiriyoruz. Alkışlar eşliğinde meydanda istediğimiz gibi “at oynatıyor”uz. İşte tam bu noktada, bu çıkmaz sokakta tur atanlar için birinci ayette geçen “vettekullah” ifadesini, “Allah’tan kork be adam!” diye Türkçe’ye tercüme etmekte hiçbir mahzur yoktur.

Sabır irade ve ihlas ile, nefsin tuzaklarına düşmeden takvâ merdivenini bir bir kateden mümin, huzur denizine doğru emin adımlarla yürümeye başlar. Bu doyumu olmayan hâl, hayatın her alanına akseder. İnsanlarla farklı ve içten bir diyalog kurmanın yolları kendisine açılır. Hz. Peygamber’e gönülden bağlı olan, onun rehberliğine kalben boyun eğen, onun bizi bizden çok düşündüğünü bilen (Bk. Tevbe, 9/128) bu müminin aşk ve mahabbeti, kâinatı kucaklayacak kadar bereketli bir duruma yükselir. “Her şeyin O’nu tespih” ettiğini hissetmeye ve

Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevla’m seni

ilâhisini mırıldanmaya başlar. Tabiatla barışık hale gelir. Çiçeğin, böceğin, kurdun kuşun da yaşama hakkı olduğunu hatırlar. “Allah’ı sevmek isteyenler Resûl’e tabi olsun.” (Bk. Âl-i İmran, 3/31) ifadesindeki hakikati kavrar. Önüne aşk ve sevda ile örülmüş farklı bir dünyanın kanatları açılır. Kur’ân’ın hikmetleriyle yüz yüze gelir, okudukça iç alemi zenginleşir, iç âlemi zenginleştikçe huzuru artar. Dinledikçe kendini bulur, kendini buldukça secdelere kapanır. “Onlara Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman secdeye kapanırlar ve ağlarlar” (Meryem, 19/58) Allah’ı ve Resûlüllah’ı sevmenin mevhibeleri ile karşılaşır. Şu hadis-i şerifte anlatılan müminlere benzemeye başladığı için hiç kimselerin görmediği kuytularda mümin olmanın sonsuz mutluluğunu yaşamaya başlar: “Üç haslet vardır. Bunlar kimde bulunursa o kişi imanın tadını tadar: Allah ve Resûlü’nü herkesten daha çok sevmek, sevdiği kimseyi sadece Allah için sevmek, küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi tehlikeli görmek.” (Buharî, İman, 9)

Allah’ın lütfu ve alnının akı ile zor bir imtihanı vermenin sevinciyle elde ettiği nimetler için seher vakti yapacağı duayı da öğrenmiştir artık: “(Bu nimetler), Ey Rabbimiz! İman ettik, günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru diyen, sabreden, dürüst olan, huzurda boyun büken, hayır hasenat için harcayan ve seher vaktinde Allah’tan bağış dileyenler içindir.” (Âl-i İmran, 3/16-17) Derin derin düşünerek, yavaş yavaş okuduğu Allah’ın kitabında “hayat bilgisi”nin özünü bulur ve adeta yeniden doğar: “Ey müminler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Resûlü’ne uyun! Ve bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer…” (Enfal, 8/24) Bu ayetten dersini alır ama şu sorunun da peşine düşer:
Allah’ın kişi ile kalbi arasına girmesi ne demektir? Bir bilene sormak lazım. “…Bilmiyorsanız zikir ehline/bilenlere sorun” (Nahl, 16/43), çünkü “…Her bilenin üstünde bir bilen vardır.” (Yusuf, 12/76)

Hucurât suresinin üçüncü ayeti bize mühim bir ders daha vermektedir: Büyükleri dinleme adâbı. Âlim ve ârifler son peygamberin vârisi olduğuna göre onları da bu şuurla dinlemek gerekir. Sohbet meclislerinde konuşandan çok dinleyen olmak… Konuşmaktan değil dinlemekten zevk almak. Kulak, göz ve gönül sıralamasının hikmetini kavramak. “…Size kulak, göz ve gönüller verdik. Ne kadar az şükrediyorsunuz.” (Mülk 67/23) Büyüklerle konuşurken ses tonuna dikkat etmek. Kimlere hitap ettiğinin, kimlerle konuştuğunun farkına varmak. Konuşmak için zorunluluk olursa “Ben bilirim” tuzağına düşmeden derdini anlatmak. “Kimsenin bilmediğini bildi.” övgüsü yerine “Basit bir konuyu bilemedi.” yergisine talip olmak. Yani kibir değil, tevazu… Yani neşv ü nemâ bulmanın, büyüyüp serpilmenin bereketli yolu:

Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât
Mütevâzi olanı rahmet-i Rahman büyütür

On sekiz ayet ihtiva eden Hucurât suresinin beş ayeti “Ey İman edenler!” hitabıyla başlamaktadır. 13. ayet ise sekiz milyara hitap etmekte ve konumuzla ilgili ana ilkeyi barındırmaktadır: “Ey İnsanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız ondan en çok korkanınızdır. (Allah katında en değerli olanınız O’nun emir ve yasakları hususunda en duyarlı, en dikkatli olanınızdır.)4 Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”

Evliyâullah/Allah dostu olmanın da Kur’ân-ı Kerim’e göre iki unsuru vardır: İman ve takvâ. (Yunus,10/63-64)

Evet, imtihan dünyasındayız. Gönüllerimizin takvâ ile imtihanı devam ediyor. Zor bir imtihan ama Allah’ın izniyle, sabırla, sebatla, alın teri ile başaracağız. En üst puanın adı takvâ, onun da yeri gönül… Kesin olarak bilinen bir şey varsa o da şudur:

“…Allah, takvâ sahipleriyle beraberdir.” (Bakara, 2/194)
“…Allah takvâ sahiplerini sever.” (Tevbe, 9/4)
“Âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” (Araf, 7/128)

Sultan II. Mahmud’un kızı, Sultan II. Abdülhamid’in halası, 1899’da vefat eden ve kabri Eyüp’te bulunan Adile Sultan ile başladık onunla bitirelim:

İmtihandır âşığa cevr u cefa mâşuktan
Rif’at-i uşşâka bâis sabr u hicrân değil mi? 

DİPNOTLAR:
1. Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 168 vd., İstanbul, 1935.
2. Nefsin yaramazlıklarından kurtulma.
3. Ahlakî güzelliklerle donanma (Latin harfleriyle yazılışları aynı olan bu iki kelimenin orijinallerinin yazılışı farklıdır.)
4. Bu tercüme Mustafa Öztürk’e aittir.

Din ve Hayat Dergisi, 41. sayı

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Eski(mez) Normal ve Yeni Anormal…

Eski(mez) Normal ve Yeni Anormal... Bir tanıdık anlatıyor: “Bir cenazemiz vardı; akrabalardan biri kamera karşısında …

Kapat