Ana Sayfa / KASTAMONU / İz Bırakanlarımız / Tanıdığım Kastamonu Delileri İçinde Bir Veli: Deli Eşref / Abdülkerim ABDULKADİROĞLU

Tanıdığım Kastamonu Delileri İçinde Bir Veli: Deli Eşref / Abdülkerim ABDULKADİROĞLU

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Tanıdığım Kastamonu Delileri İçinde Bir Veli:

Deli Eşref veya Hacı Eşref

KASTAMONU DELİLERİ

Siz de Kastamonu delilerini
Görebilseydiniz çok severdiniz
Hâllerine bakıp şaşırırdınız
Ve, bunlar ne güzel deli, derdiniz

Deli Satiye’yi tanısaydınız
Anlardınız nedir esmer güzeli
Sırım gibi, boylu-boslu, gamzeli
Gönlünüzü usulca önüne sererdiniz

Oynardınız bilirim Deli Ziya geçince
Mini Gıdısı kadına ısınırdınız zamanla
Mohmoh Hüseyin’le, Mohmoh Hasan’la
Oturup yemek yerdiniz

Nasrullah’ta bulurdunuz Deli Ahmet’i
Sallûûûû, diye bağırırdı farza dururken
Sesiyle kubbeleri gümbür gümbür vururken
Gülümserdiniz…

Sonra Deli Eşref’i görürdünüz karşıdan
Her adım başında yâ sabır derdi
Tayy-ı zaman tayy-ı mekân ederdi
Savrulur giderdiniz

Ne gözünde para, ne ev-bark, ne gam..
Dilendiği parayı en son kuruşuna dek
Fakire, fukaraya verirdi sevinerek
Siz de hâlinize şükrederdiniz
Bunlar ne güzel deli, derdiniz

YAVUZ BÜLENT BAKİLER

BİRKAÇ SÖZ

Prof. Dr. Abdülkerim ABDÜLKADİROĞLU

Bu küçük kitap bazı özelliklere sahiptir. Başlangıçta bir makale olması düşünülerek işlenen konunun, Tanıdığım Kastamonu Delileri İçinde Bir Veli DELİ EŞREF VEYA HACI EŞREF başlığı ile Eylül 1991 ve Ekim 1991 aylarında olmak üzere iki baskısı yapıldı. Merhum Eşrefin hayranları kitabı kapıştılar, defalarca okudular. Baskı masrafları çıktıktan sonra kalan para, bir keresinde Eşref adına bir camiye bağışlandı; bir keresinde de şehrin ünlü Nasrullah Camii’nde onun için saltanatlı bir mevlid okutuldu. Bu defa, fotoğrafta görüldüğünden daha fazla göçen mezarı ve çevre düzenlemesi yaptırılacaktır.

 

Hacmi küçük de olsa müstakillen delilerin konu edinildiği bilinen ilk kitap olması bakımından, Türk Edebiyatı Tarihi içinde bu kitabın ayrı bir yeri olmalıdır.

 

Bu baskıda kitabın adını kısalttık; fakat münhasıran Eşrefe ayırmayıp, öncekilerde olduğu gibi, konunun Türk Edebiyatı Tarihi içindeki yerini belirledik ve bu kültür içinde kulaklarda paslanmış birçok bilgiyi gün yüzüne çıkartmağa çalıştık. Üçüncü baskıya ilâvelerimiz de oldu.

 

Bilindiği üzere şiir, hislerin ifadesinde kullanılan en güzel vasıtalardan biridir; bir nevi “Sözün en hayırlısı kısa olan ve söylenmek istenen şeye delâlet edendir.” Kastamonu’nun aziz damadı Yavuz Bülent BAKİLER Beyefendi’den, kitabı okuduktan sonra Eşref’in hayatını şiirleştirmesi ricasında bulunmuştum. Yazdıkları şiiri kitabın baş kısmına koyuyor ve kendilerine teşekkür ediyorum.

 

Bu vesile ile bir vâkı’a(rüyâ)dan söz etmek istiyorum. Bir kimsenin hayatı yazılırsa o kimse sanki yaşatılmış gibi olurmuş. Eşref Kitabı’nın Eylül ve Ekim 1991 aylarında iki baskısının yapılmasını takip eden 10/11 Kasım 1991 günü sabah vakti, merhûm Eşrefi rüyâmda gördüm. Siyah ve yeni bir takım elbise içinde, beyaz gömlekli ve kravatlı, yeni saç-sakal traşı olmuş, zümrüt gibi siyah sakallı, yirmi beş yaş civarında genç ve çok hoş biri olarak temessül etti. Tabir kitaplarına göre bu rüyânın son derece güzel yorumları vardır. Merhûmun bizlerden memnun olacağını tahmin etmekteyim.

 

Deli Eşref veya Hacı Eşref

İsmail Habib Sevük 1940′larda “Kayseri, Kırşehir ve Kastamonu’da deliler var” derken, her halde kayda değer olanlarını kastediyordu. Bunlardan biri de Deli Eşref veya Hacı Eşref olup kendisini meczûb-ı İlâhî olan velilerden addediyoruz. Eşref gibilerin memleket açısından mahallî birer değer ve bereket vesilesi olduklarına inanıyoruz.

 

Son olarak bu üçüncü baskı için teşvik ve peşinen finansa eden, şehrin önde gelen esnâfından H. Kemâl ve Ahmet PATTABANOĞLU Beyler’e; dizgi ve baskı işi için matbaanın bütün personeline teşekkür ediyorum.

Prof. Dr. Abdülkerim ABDULKADİROĞLU – Ankara, Nisan 1994

 

GİRİŞ

Türkçe’mizde çok kullanılan kelimelerden biri de “deli”dir. İşimize gelsin gelmesin gerek medih gerekse zemm yerinde kullanarak birine hemen “d e l i” yaftasını yapıştırıveririz. “Delisin sen”, “Aklını mı kaçırdır?”, “Sevincinden deli oldu (veya) deliye döndü.”, “Deli gibi ne yaptığını bilmiyor”, “Aklının yan tahtası eksik.” “Deli mi velî mi bilinmez.” “… yerin akıllısından delisi çoktur”, “Delisi çok olan yerde işler sürüncemede kalır “, “Ölüsü olan değil, delisi olan ağlasın.” “Delilere bakarak aklımızın kıymetini bilip Allah’a hamd etmeliyiz.” ve benzerleri olan deyim ve cümleler sıkça duyulup kullanılırlar.

 

Toplumumuzun çok kullandığı kelimelerden biri olan “deli” kelimesi genel manâsı ile kullanılır. Hâlbuki eski metinlerde ve zengin kültür dilimizde bunu ifade eden farklı kelime ve terkiplerle karşılaşmaktayız. Bilhassa Şuarâ Tezkireleri metinlerinde, Menâkıbnâmelerle Vefeyatnâmelerde bazı şâirler hakkında” cezbe-i İlâhîye kapılarak…” meczûb-ı İlâhî bir kimesne idi “meczûbînden idi” “mecnûn sınıfından idi.” “bûdelâdan idi”, “Ebdâlan sınıfından idi”, “meclûb sınıfından idi” gibi kelime ve terkipler zengin boyutlu çağrışımlara sebep olmaktadır. Şöyle ki: Mecnûn ile meczûb farklı anlamları olan kelimelerdir. Dikkat edilirse “cezbe-i İlâhî”, “meczûb-ı İlâhî…” “meclûb” gibi kelime ve terkipler Allah’a ait manevî bir hali ifade ediyorlar. “Cezbe”de ve “Meczûb”da manevi taraf ağır basmaktadır. Cinnet getirmekten dolayı “Mecnûn” denen kimselere ait vasıflandırmada ise maddi aşk veya bir başka olay hâkim olmakta, hareket noktası madde ile bağlantılı geçmektedir. Böylelerine “çılgın”, “cinlere uğramış”, “çılgınca seviyor (veya) karasevdalı”, “şeydâ” da denir. Leylâ ve Mecnûn mesnevilerine konu, mektep yıllarına kadar inen maddî bir aşk değil midir? Sonu değişik de olsa Mecnûn’u aklından eden dünyevî yani maddî aşktır. Bundan dolayı “Mecnûnâne aşk” tabiri meşhur olmuştur.

 

Bizde “aptal” kelimesi “ahmak, budala, geri zekâlı, sersem”… gibi manâları çağrışım yaptırır, yani kelimenin altında menfi bir yorum vardır. Aynı şekilde birine “budala” demekle de “Akılsız, bön, ahmak, ebleh” demiş oluruz. Aptal’ın bir de hile bilmeyen temiz yürekli, safderûn manâları da vardır. Bu anlamlar içinde kalender yaratılışlı, derviş tabiatlı kimse akla gelir. Bu tipler genelde ciddî olarak bir şeye akıl yormazlar. Hakk’a tam bir teslimiyet içindedirler. “Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler..” felsefesi ile tefvîz-i umûr (işleri olduğu gibi Allah’a ısmarlayıp havâle etme) etmişlerdir. Onlar sadece ârif kişilikleri ile olayları seyrederler. Bundan dolayıdır ki bir şeyin olacağını önceden bilir yerinde “Abdala malûm olur.” tabiri şaka yollu ve tevazu duyguları ile müştereken kullanılır. Bu kelimenin Arapça tekili olan bedîl nerede ise hiç kullanılmaz. Tekil anlamında ve biraz galat haliyle budala veya aptal (büdelâ veya ebdâl) olan çoğulları kullanılır. Dikkat edildiğinde bunlarda da meczûb ve cezbe ile meclûb kelimelerine yakın manâların olduğu görülür ve manevî yönün ağır bastığı anlaşılır.

 

Günümüzde doğuştan geri zekâlılar (handicapped, ab-sent minded) meselesi dünyanın üzerinde en çok durduğu, hükümet bütçelerinden mühim payların ayrıldığı ve programlarında yer verildiği bir konu olmuştur.

 

Her geçen gün sayılarında artışlar kaydedilen geri zekâlılar, insan unsuru olarak, milletlerarası tedbirler alınmasını gerektirecek derecede yakın ve uzak çevrelerini düşündürmektedir. Meselâ İngiltere’de okulları, okul servisleri, hastahaneleri ayrıdır. Öğretmenleri özel eğitimden geçirilmiş ve emsali arasında daha fazla maaş alan kimselerdir. Yetişkin geri zekâlıların, günün belli saatlerindi; şehirde gezdirilmeleri, parklara götürülmeleri gibi ihtimam isteyen bakımları ilgililerce zevkle yerine getirilmektedir Kısaca ifade etmek gerekirse doğuştan geri zekalı olan bu vatandaşları hakkında devlet, âdeta kendisini sorumlu hissetmektedir Meselenin bu yönü ayrı bir makale hatta kitap konusu olacak boyutludur.

 

Sevindirici bir husus olarak Türkiye’de de bu konuda oldukça mesafeler alındığını kaydetmeliyiz. Ülkemizde soz konusu kimselerin lehlerine kaydedebileceğimiz ve başka yerlerde benzerlerine rastlayamayacağımız bazı hususlar vardır. Şöyle ki:

 

İstisnaları mevcut olmakla birlikte bir kimsenin eksik tarafı ile bilhassa alay konusu olacak şekilde ilgilenmek, söz konusu kimseyi küçük düşürmek, imâ yollu da olsa onun kalbini rencide etmek İslâm âdâb ve örfünde yasaklanmıştır. Bu konularda kesin ve uyarıcı deliller vardır. Toplumumuzda bu hususlar bilindiği için, ileri giden biri hemen ikaz edilir. Bir de delilerle alay edilmek şöyle dursun onlara ibret gözü ile bakarak kendi hâlimize hamd etmek lâzımdır. İster doğuştan olsun isterse sonradan tecennun tabir edilen cinnet getirmek şeklinde olsun geçici olan bu dünya hayatına karşılık, ebedi âlemde lehlerine tecelli edecek olan durumlar vardır ve İlâhi adâlet onlar lehine fazlasıyla yerini bulacaktır. Deliler, tecennün akibetlerinı kendileri hazırlamamak şartıyla dini mükellefiyetler ile hesap kitaptan sorumlu tutulmazlar. Böylece dünya hayatında onun bunun alayına marûz kalsalar bile öbür dünyada dâimi saadet kendilerini beklemektedir ki bu hususlar Allah’a ve ahiret gününe, Cennet ile Cehennem’e iman esaslarını hâvi dinler ve bu din salikleri bakımından çok muhim sonuçlardır. Diyebiliriz ki İslâmiyet, derecelerine göre deliler hakkında insanî, içtimai fıkhî ve ahlakî esaslar vazetmiştir. Özellikle velî sıfatlı delilerin mezarlarının ziyaret mahalleri arasında bulunması, adlarına mahalleler kurulması ve camiler yapılması (meselâ Bursa’da Ebdal ile başlayan yer ve mekân adları) toplumumuzun onlara verdiği değer ölçülerinin boyutlarını tayin bakımından mühimdir. Bu vesile ile batıda zincirlere vurularak tecrîd edilen delilerin benzerlerinin, Türk toplumunda müzikle tedavi edilmeleri ve özel hastahanelerinin kurulması gibi medeniyet izlerinin, dünya kamuoyu önünde her zaman için lehimize sonuçlar olduğunu bir kere daha ifade edebiliriz. Lüzumlu olacağına inandığımız bu uzun girişten sonra sözü konumuza getirelim.

 

Eşref ile ilgili olan ve menkıbe özelliği taşıyan bilgilere geçmeden önce, yaşım itibariyle tanıdığım Kastamonu Delileri’nden söz etmek istiyorum.

 

Benim bu delileri biraz daha yakın tanımamın bazı sebepleri vardır. Rahmetli babam, Ramazanlarda birer akşam şehrin bütün fakirlerine ve delilerine iftar verirdi. O yıllar bahar ile yaz mevsimleri arasına tesadüf eden Ramazanlarda, bahçe ye sofralar kurulur: menekşe, leylak, zambak ve gül kokuları arasında iftar edilirdi. Bu arada dikkatimi çeken bazı hususlar olurdu. Rahmetli anneannem ve rahmetli anneciğim, diğer misafirlerle bunlar arasında hiçbir ayırım yapmadan büyük bir heyecan ve zevkle hazırlanırlar, diğer sofralar gibi bunlara ait sofralar da aynen donatılırdı. Bir şeyi hatırlıyorum:

 

Belki dişlerine yumuşak geldiği için belki de kaşıkla bol bol yiyebildikleri için olacak istek üzerine tatlıda sütlü kadayıf daha çok yapılırdı. Rahmetli babamın da kurulan sofralar arasında (en az 30- 40 kişi olurlardı) dolaşarak hepsiyle hatırlaştığı, iftarlıkları ve yemekleri sıra ile değişik yerlerde ama onlar arasında yediği hep gözlerimin önündedir. Tabiî ki bunlar dış kirası almadan asla evden ayrılmazlar; başka bir ifade ile yemekten çok verilmesi ve alınması âdet haline gelmiş o paraların peşinde koştururlardı. Bahçe çıkışında, gündüzden kâğıtlara sarılarak hazırlanmış diş kiralarını alırken her birinin sevinçli yüz ifadelerini hâlâ görür gibiyim.

 

Rahmetli Eşref evimize her zaman gelirdi. Buna bağlı olarak elli yılı aşan ömrümün şu faslında, bazı şeyleri içe atmanın hiç bir anlamı kalmadığından ve okuyanlara ibret olması düşüncesiyle yazılmasında fayda gördüğüm hususlar var. Şöyle ki: Babam cömert, evimiz misafire hep açık bilinir, tanınırdık. Bir gün “Abdullah Efendi misafiri çok sever” demişler de, sanırım bu konuda evi ile arası pek iyi olmayan biri söze karışarak; “Esas misafiri seven Abdullah Efendi değil, hanımıdır. Evden surat etseler, izzet ikramda eksiklik gösterseler bak bir daha kimseye buyur deyebilir mi?” demiş. Bu gerçektir, aynen katılıyorum. Evin bu halini bilen Eşref, istediği zaman gelir, canının çektiği yemekler derhal yapılır; zaman zaman bıraktığı çamaşırları yıkanıp ütülenirdi. Birkaç defa da üst kattaki banyo yakılmış, Eşref gönlünce orada yıkanmıştı.

TANIDIĞIM KASTAMONU DELİLERİ:

Her yerin delisi olur. Yukarıda da bahsettiğmiz üzere bunların kimi meczûb veya meclûb, kimisi de mecnûndur. Bize değişik suretlerde göründükleri halde iç yüzlerini kesinlikle bilemediklerimiz de pek çoktur. Kastamonu’nun da delileri olmuştur ve olagelecektir. Çocukluğumdan beri tanıdığım ve isimlerim hatırlayabildiğim kadarıyla Hımhım Muhiddin, Mohmoh Hüseyin ve Mohmoh Hasan (iki mohmoh kardeşler). İsmet (kadın), Ziya, Mini Gıdısı (kadın), Calay. Dedo İsmail, Huriye, Hamal Dogu Hasan, Mahir, Caba (kadın), Safiye, Deli Nebiyye, Yumuk, Deli Mahiye, Yaylı, Kâhya, Halime Çavuş (Kuva-yı Milliye kıyafetiyle resmi bayramlara katılırdı), Yoğurtçu Osman Ağa, Deli Şükrü’yü sayabilirim.

 

Bunların her biri ayrı ayrı özellikleri ile kendilerim dâima gündemde tutmasını bilmişlerdir. Yoğurtçu Osman Ağa, yaz kış ceket giymez; belinde kuşak, başında siyah bir fötr şapka, iki kolunun altında badı sopası denen koltuk kısmı yüksek ve kalın bastonlarına dayanarak yürür, köyünden yayan gelip giderdi İsmet’in ayakları şiş idi ve zorlukla yürürdü. Deli Mahiye fala bakardı.

 

Satıye, halk ağzında Deli Satiye, gene halkın ifadesi ve beğenisi ile karabiber gibi bir esmer güzeli, son derece endamlı, kızdığı zamanlar dışında çok hassas ve kibar bir İstanbul Saray Hanımefendisi idi. Genç yaşta bir subay ile aşk evliliği yapmış, ama kısa süre sonra yüzbaşı kocasını kaybedince cinnet getirmiş ve bu hallere düşmüş İstanbul ağzıyla konuşur, konuşmasından okur yazar kişiliği hemen fark edilir ve dâima günün başbakanı veya cumhurbaşkanı ile düğün hazırlıkları içinde olur, çevresindekileri düğününe davet ederdi. Merhum Adnan Menderes Kastamonu’ya gelmiş, Şeker Fabrikası’nın temeli de o gelişinde atılmıştı Satıye Hanım hiç böyle bir fırsatı kaçırır mı? Aklına göre başbakan onu istemeğe gelmişti ve aylarca süren düğün sözleri halkı epeyce eğlendirmişti. Seçim yapılır yapılmaz adım duyduğu cumhurbaşkanı veya başbakan ile çok yakında yapılacak düğünlerinden söz etmeğe başlar daha aşağısını asla beğenmezdi.

 

Kâhya, (adı Ahmet) Kastamonu’nun ünlü Nasrullah Camii ana kapısını bekler, ezanlar okunur okunmaz kapı önünden, elini kulağına götürerek “Ezân okunduuu” diye bağırır, gaflet içinde olup ezanı duymayanları ikaz ederdi. Bir de namazların ilk sünnetleri kılınıp farza durulmak üzere kamet getirilirken aynı minval üzere “Saallûû…” diye bağırırdı ki bilhassa bu seslenişi, geç kalarak, şardıvanda abdest alanlar için son bir ikaz olurdu: farzı kaçırabilirsiniz demekti. Bu görevinden dolayı kendisine “Kâhya” veya “Salâcı Kâhya derlerdi. Kâhya’nın bir görevi de hemen girişteki ayakkabıları gözetlemek, bunun karşılığı bahşişini almaktı. Sünnetlere bir hayli gecikmeli durur, gecikmeli de olsa mutlaka sünnet namazları kılar ama şayet namazda iken ayakkabı bırakan veya alan olursa onları gözleri ile sağlı sollu takıp ederdi Görevine bu derece düşkün biri idi(!). Kastamonu’nun cenazelerinin kaldı rıldığı en büyük ve merkezî camisi olması bakımından cenazeler Nasrullah Camii’ne getirilir, Kâhya da bunlardan nasibinı alırdı. Ancak arka arkaya birkaç gün cenaze olmaması kâhyayı üzer, belki de kara kara düşündürürdü. Şayet üç gün arka arkaya cenaze olmamışsa, kâhyanın uğur saydığı bir hareketi vardı. Sabah namazını kılar kılmaz, güneş doğmadan, kâhyanın, camimin musallâ taşının bulunduğu tarafa gidip etrafını kontrol ettikten sonra, sağ eliyle “Diril ya mübarek…” sözleriyle musallâ taşına vurduğunu görenler pek çoktur. Bazen taşa vurduğu, iki üç saat içinde cenaze haberi geldi, diyenler de olurdu. Cenaze olduğunda, Kâhya çarşıyı dolaşarak esnafı ve halkı cenâze namazına davet ederdi.

Adları yazılı delilerin bazılarını bir cenaze esnasında görmek lâzımdı.

 

Kastamonu dinî folklorunda cenaze evi yemek verir, kabir başında pide üzeri helva dağıtılır ve kabristana gelenlere -haline göre- o yıllar için gümüş 10 kuruş, 25 kuruş, 50 kuruş veya çoğunlukla bir lira verilirdi. O günün gümüş bir lirasının günümüzde iki yüz bin liranın üstünde bir fiatla satıldığını hatırlatmak isterim. Cenaze gömüldüğünün ertesi günü, sabah namazından sonra kabristana gidilir, Kur’an okunur, pide üzeri helva veya simit dağıtılırdı ki buna ziyaretten galat “zîrat” denirdi. Tabiî yedisi, kırkı, elli ikisi, mevlidi; sene-i devriyeleri vs. çok hareketli bir hava içinde bunlar yapılırdı. Günümüzde bu şartlar değişmiştir.

 

Suluköprü karşısında fukaradan Mehmet Ağa’nın oğulları olan Mohmohlar (Hasan ve Hüseyin), cenaze sahibinin maddî durumunu da dikkate alarak kafalarından geçirdikleri parayı mutlaka alırlar, aksi takdirde bağırıp çağırarak olay çıkartırlar ve halk tabiri ile cenaze sahibini ve ölüyü kepâze ederlerdi. Meselâ “.. Parası yoktu da neden öldü?” derlerdi Bu maskaralıkları bir kereye mahsus da olmazdı. Gelip gidip günlerce cenaze sahibini rahatsız ederlerdi ki en iyisi verip kurtulmak olurdu. Cenazeyi mezarından çıkartıp evinin önüne bırakmakla da tehdit ederlerdi hatta bir keresinde böyle bir olay duyulmuştu. Sanki ölmek için onlara para hazırlığı yapmak zarureti vardı. Nitekim arkalarından lâf edilmesin diye çıkın denen bez parçalarına, belirli miktarlarda paraları sararak onların haklarını hayatta iken ayırıp saklayan ve bu minval üzere vasiyet eden yaşlı hanımları hatırlarım. Merhum babam (öl.5.8.1960) latifeyi sever ve yapardı. Birgün Mohmoh Hüseyin’e “Bizim hanım (merhume annem (öl. 13.8.1992) sizin paranızı hazırlayıp bir kenara koymuş, arkasından lâf etmenizden korkuyor…” demiş. Gelip gidip “Sen bize hakkımızı ver, arkandan kepâze etmeyiz, söz veriyoruz…” diyerek günlerce yalvardılar. Sanki kimin sona kalacağına dair garantileri vardı.

 

Büyük Mohmoh (ağabey) Hüseyin, bir ayağını dik basar, elinde bastanu ile devamlı dolaşır, bir iş yaparak para kazanmağa gelemezdi. Küçük Mohmoh Hasan ise belinde ipi, bulursa hamallık ederdi ama sırtında eşya ile giderken “Mohmoh” denir yahut ıslıklanırsa hızlıca yürümeye başlar, küfürler eder, daha da ileri gidilirse eşyayı bırakarak kaçabilirdi. Bundan dolayı kendisi ile pazarlık yapanlar kızmayacağına dâir sıkı sıkı tenbihde bulunurlardı. O, her ne kadar başını sallasa da sokak aralarında nelerin zuhur edeceğini bilemediği için dâima aklınca hareket ederdi. Her iki kardeşi hadsiz derecede kızdırdıklarında Allah’a, peygambere, kitaba, dine ve imâna bile küfrettikleri duyulurdu ki hoş olmayan bu hâlin manası, o kişinin inancındaki tanrıya ve kitabına idi.

 

Cenaze olduğu haberi duyulur duyulmaz Mohmoh Hüseyin, cenaze evine en yakın camiden, mezar üzenine dökülecek suyunu bakır ibriğini alır ve cenaze evine götüırüp bırakırdı. Mohmoh Hasan salağacı denen, tabutun üzerine konarak taşındığı ayağı, Hüseyin tabutun kapağını (daima başının üstünde), Calay ise tabutun gövde kısmını cenaze evine götürürler; aynı minval üzere mezarlık dönüşü aldıkları parçaları hangi camiden almışlarsa oraya kadar götürüp bırakırlardı. Hiç kimse, herkesin kanuni hakkı gibi olmuş bu parçalara el süremezdi. Aksi takdirde küfürler başlar, âdeta küçük kıyamet kopardı.

 

Calay, mohmohlara göre daha akıllıca hareket eder, konuşamamasına karşılık işaretlerle onları ayıpladığını gösterir ve etrafındakilere sus ve sabır işaretleri yapardı. Taşınan bu parçalar adları geçenlerin güç ve takatlarına göne aralarında kararlaştırılmış olup yılların tecrübesi ile kesinlik kazanmıştı. Bunların bir hususiyeti de gömülen kimselerin yedisi, kırkı, elli ikisi vb gibi günleri hiç şaşırmadan tayinleri ve o günlerde cenaze evinde hazır bulunmaları idi.

 

Mohmohlar, boğazlarına çok yiyen kimselerdi. Bu hâl, o dereceye varırdı ki onların (bilhassa Mohmoh Hüseyin’in) çok yemeleri konusunda iddiaya girenler bulunurdu. Mohmoh Hüseyin’in yediklerini, o zayıf bedeninin neresine yerleştirdiğine dâir şaşkınlığa uğradığınız olurdu. Mahalli bir yemek olan Sopa Çorbası veya Kölemen Hamuru, onun için üç kilogram undan yapılmış, normal şartlarda 10-15 kişinin doyabileceği koca bir tepsiye dökülmüş hamuru silip süpürmüş, hâlâ da doydum dememişti. Eskiden evlerde nefis baklavalar yapılırdı. Tartıya vurulduğunda en az 4-5 kilogram gelen bir tepsi baklavayı temizleyip arkasından gülücüklerle alt çeneyi burnuna yapıştırdığı çok olmuştu. Ağzında hiç diş olmadığı için Hüseyin’in bu vaziyeti etrafına, onun bir şenliği sayılırdı. Mohmohlar ve Calay beş vakit namazlarını kılan kimselerdi.

 

Dile Ziya namazlarda Nasrullah Camii’ne gelir, ayakkabılarını bırakır ve ceplerindeki bütün paraları da onların içlerine koyduktan sonra namaza dururdu. İki rekât namaz esnasında nice inşaatlar yapan, kamyonlarla malzeme boşaltan; ihracât ve ithâlât hesapları yapan iş adamları ile öğle sonu mesâisinde nasıl izin alacağını plânlayan memurlara karşılık, dünya ağırlığını pabuç içine silkeleyerek Allah huzuruna duran Deli Ziya’nın bu hareketinde alınacak dersler bulunduğunu hatırlamalıyız. Ziya’nın bir özelliği de dışarda davul sesi duyduğunda önünde döne döne oynaması idi. Tabiî ki Ziya, günümüzde folklor çalışması yapanların aslâ erişemeyecekleri bir mutluluk olarak vasıflandırabileceğimiz Davulcu Karayılan diye meşhur Mahir Dağlı (öl. 3.10.1964)’nın davulu önünde oynuyordu. Karayılan, o yıllarda dünya devletlerince kendisine verilen 30 civarında madalya çepkeninde takılı olduğu halde davul çalardı. Karayılan da namazlarını kılardı ve cami, mektep ile bebekli evlerin önlerinden geçerken 15-20 adım kadar çalma işine ara verirdi. Mahir Dağlı morfinsız, çok seri diş çekerdi: ayrıca o soğanı sevmediği için evine soğan almamak ve soğandan korkmakla tanınırdı.

 

Ziya, zaman zaman bazılarına takılır ve sıraladığı kelimelerden sonra “Adam mı oldun lân…” derdi. Bir keresinde, bazı akşamüzerleri dere kenarında gezinti yapan ilin valisini görür, kendisini tanımaz ve ona hitaben gür sesiyle aynen der ki: “Evin yok, işin yok, dükkânın yok, sarışın avradın yok, araban yok. Adam mı oldun lân…” Bu olaydan sonra Vali, gezintilerine son vermişti.

 

Şimdi bu Kitaba adını verdiren Deli Eşref veya Hacı Eşref’ten söz ederek onun âdeta menkıbeleşen taraflarını öğrenelim:

DELİ EŞREF VEYA HACI EŞREF

Yazımızın bu kısmını teşkil edecek olan Deli Eşref veya hacı olduktan sonra Hacı Eşref denen Eşref Özbenli (eski şöhreti ile ve mahallî ağızla Benlizâdeler veya Benlioğlu/ Benloğlu) H.1324/M 1906 yılında, Mustafa ve Nebiyye’den, Kastamonu’da doğmuştur. İlin Deveciler Mahalleli nüfusuna kayıtlı olup 7 nolu haneden çıkmaktadır. O, aslında varlıklı bir ailenin oğludur. Aile, eski İnebolu yolu üzerinde bulunan Hacorta Köyü’ndendir Babası Hacı Mustafa’nın 1912 Balkan Harbi’nde asker iken şehadeti üzerine kendisine şehid maaşı bağlanmış olup ağabeyi Tevfik bey tarafından vasîlik ve amcası Ahmed Benlioğlu, Hisarardı Mahallesi Muhtarı Hamdi Pehlivan ve eski Belediye Başkanlarından Şerafeddin Sabirin tarafından kendisine bakım ve hizmette bulunulmuştur. Bir ara Şerafeddin Sabirin de vasîsi olmuştur. Eşrefin amcası Hüseyin Rüşdü Özbenli de, 1959 yılında vaki ölümüne kadar onun vasiliğini yapmış, her türlü kahrını çekmiştir.

 

Eşref Özbenli’nin yaşı icabı nasıl bir eğitim gördüğüne dâir her hangi bir belge bulamamakla birlikte, sahih derecede namazlarını kılmasına; az ve öz konuştuğunda hikmetli konuşmalarına bakılırsa onun en azından bir mahalle mektebi eğitiminden geçmiş olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim kaynak kişilerden Enver Eroğlu’nun anlattıklarına göre, dedesi Hacı Mustafa’dan ders almış ve bir kere de dayağını yemiştir.

 

Eşrefin, babası tarafından kalan mirası, vasî vasıtasıyla kullanabilmiş olması keyfiyeti, onun aklî dengesinin doğuştan yerinde olmadığını göstermektedir ki yakın akrabasından bazılarının kendisi ile hiç ilgilenmediklerini söyleyenler de vardır.

 

Deli Eşref tavır ve hareketleri ile meczûb biri olarak tanınır; çocukluk alışkanlığı olacak ki çarşı ve sokaklarda dilenirdi; ancak onun bu hali kesinlikle maddeye hırsından kaynaklanmıyordu. Çok az konuşur, sabır kelimesini sıkça söylerdi. Herkesin verdiği parayı almaz ve herkesten de para istemezdi. Bilhassa buluntu paraları kabul etmez; ayyaş, kumarbaz gibi kişilerle, kazancında helallik görmediklerinin paralarını, verseler de almazdı. Topladığı bu paraları kimsesiz fakir kişilere, öksüz ve yetimlere, muhtaç okul öğrencilerine, çeyiz hazırlığı yapan fakir kızlara; kırlarda ve köy yollarında bakımsızlıktan kullanılmaz hale gelmiş suların tamiri gibi hayır işlerine sarfederdi.

 

Eşrefin yanında üç adet para kesesi bulunurdu. Rastladıklarından “Kuruş ver”, “Kuruş, kuruş…” diyerek para ister; zamanında oldukça değerli olan tırtıllı veya ortası delik kuruşu alır; meselâ biri 25 kuruşluk verse 24 kuruşu sayarak iade ederdi. O, aslâ mücerred bir para dilencisi olmamıştır. Keselerden biri günde bir, bazen günde iki kere dolar: diğeri iki veya üç haftada hatta ayda bir dolar; üçüncüsü ise aylar sonra ancak dolmuş olurdu. Aldığı paraları, manevi bir ilhamla, ilgili keselere koymasını gayet iyi bilirdi ki bunun keyfiyeti, verilen paraların helal ve temiz olmaları ve onların temizlik derecelerine uygun keselere konmasıyla daha çok zarurî ve cevaplı işlere sarfedilmeleri bakımından âdeta bir ölçü olurdu.

 

Okulların açılmasıyla Eşref, şehirdeki ve bazı köylerdeki ilkokullara giderek muhtaç öğrencileri tesbit eder ve kimi okula 50 pabuç, kimi okula 40-50 önlük, kimine defter, kitap ve benzeri zaruri ihtiyaçları götürerek öğrencilere dağıtırdı. Bunları aldığı esnafa peşinen borçlanır, hesaplar açtırır ve topladıklarını kesesi doldukça o dükkânlara götürüp boşaltır, sayılanı hesaptan düşürterek peyderpey borçlarını kapatırdı. Onun bu halini bilen hiç bir esnaf itiraz etmez, hatta bizim de hayrımız dokunsun düşüncesiyle aldıkları mallarda ikrâmda bulunurlardı. Yaptıklarına ilâveten topladığı paralarla sokakta yaşlı, bakımsız bir fakir görse kadın olsun, erkek olsun hemen en yakın bakkaldan yiyecek bir şeyler alır hatta ihtiyaç durumuna göre giyecek malzemesi de alarak kendisine verirdi. Şehrin hangi mahallesinde olursa olsun yaşlılıktan dolayı evinden çıkamayan düşkünleri araştırır, ihtiyaçlarını alarak evlerine kadar götürürdü.

 

Eşrefin, sahipleri marûf ve güvenilir kimseler olan bazı dükkânlarda emanet para kutuları da vardı. Meselâ Halıcı merhum İbrahim Selvi’nin, şehrin diğer güvenilir esnafının; daha sonraki yıllarda Kemal Pattabanoğlu’nun dükkânları böyle yerlerdendi. Oralara zaman zaman kesesini boşaltır, biriktirdiği paraları bütünletir, bir hayır için böylece stokta bulunurdu. Aniden gidip meselâ bana 10 lira ver, diyerek para istediği dükkân sahiplerinin, çekmecelerinde bulunan kutusunu açtıklarında tamamı tamamına 10 lira bozuk para bularak şaşkınlığa düştükleri çoktur. Eşref tarafından sayılması, hesabının yapılması mümkün olmayan bu halin izahı gerçekten zordur.

 

Eşref, küfür bilmediği gibi küfürbazlardan uzak durur, onların verdiklerini almazdı. Çok gezer, gezdikleri yerlerde dâima âlim ve şeyh kişileri ziyaret eder, şayet fotoğraflarını eline geçirirse onları cebinde taşırdı. Şehirlerarası selâm getirenleri, önceden karşılayarak alır; selâmı getiren, unutup söylememişse hemen karşısına çıkarak “Hani benim emâneti niçin vermedin?” der, böylece muhatabını şaşkınlığa uğratırdı Bunun örnekleri oldukça fazladır.

Onun Kerâmet Sayılan Diğer Halleri

  • Yozgat Hakimliği’ne naklen tayin edilen Necip Ruşen Oktay, izinli olarak memleketi olan Kastamonu’ya geleceği günlerde biri, “Hacı Eşrefe selâm götür” der Kıymet vermediği için kendisine söylemeyi düşünmez, fakat şehre iner inmez Eşref yolunu keser ve “Hani, benim emâneti vermedin.” deyince şaşırır. Bu olaydan sonra hâkim, kendisine ayrı bir saygı hissi duymağa başlar. N.R.Oktay bu olayı zamanın müftü yardımcısı Kâmil Anbarcıoğlu’na bizzat anlatmıştır. (Kaynak kişi Kâmil Anbarcıoğlu).

  • Çorum’da askerlik yapan Kastamonulu biri, şubede cam kırmış, camcıya gitmiş. Camcı, askerin Kastamonulu olduğunu öğrenince “Orada bir Hacı Eşref var, tanır mısın? O deli değil, velîdir, izne giderken bana uğra, sana bir paket vereceğim, selâmımı da götürürsün…” der. Çocuk Kastamonu’ya geldiğinde Eşref, ondan daha evvel davranarak babasını görür ve “Oğlun askerden gelmiş, emânetimi versin.” diyerek karşısındakini şaşkınlığa uğratır. (Kaynak kişi Yavuz Kapıcı)

  • Bediüzzaman Said Nursî Kastamonu’da mecburî ikamettedir. Ziyaretine giden biri, köyden hediye olarak yoğurt götürmüştür. Onun hediye almak âdeti olmadığından yoğurdu getirene, “Ben aldım, kabul ettim. Hediyeyi alın ve giderken Eşrefe verin.” der Evden ayrılıp giderken yoğurt sahibi Eşrefi görür. Eşref kendisine “Benim yoğurdumu veriniz” diyerek kerametinin bir örneğini daha ortaya koyar. (Kaynak kişi Enver Eroğlu).

  • Eşrefin tayy-ı mekân ve tayy-ı zamanı da vardır. Bunlar tasavvufî tabirlerden olup mekânı ve zamanı âdeta katlayarak aşma manâsına gelir. Bu cümleden olarak Eşref, köylerden veya şehir dışından gelirken oto şoförleri yolda kendisini görüp arabalarına almazlar. Bakarlar ki kendilerinden önce şehre gelmiş ve onlara “Merhaba…” diyor. Bu hali, birçok şoförden duyulduğu gibi şehrin avukatlarından Ali Dikmenli’den de menkuldür. Şöyle ki: İki avukat ile birlikte Daday ilçesi’nde mahkemeden çıkmışlar, içkili bir lokantada demlenmişler ve bir Anadol taksi ile Kastamonu’ya doğru hareket etmişler. Eşref de Daday’da imiş ve ilçenin çıkışında arabaya el kaldırmış. Bunlar içkili olduklarından, kendisini arabaya almak istememişler. Yağmurlu bir havada, şehre girinceye kadar yolda kendilerini geçen bir at arabası bile olmadığı halde Eşref şehirde kendilerini karşılayıp selâm vermiş.

  • Kastamonu’dan İnebolu’ya yolcu taşıyan arabaların birinin şoförü, Eşref’in parasının olmayacağını veya ücreti alamayacağını düşünerek kendisini arabaya almıyor’ İnebolu yolculuğu esnasında şoför beyin arabasını hiç bir araba geçmediği halde ilçeye iner inmez Eşrefi görüyor. Böylece onun tayyı-mekânla İnebolu’ya ulaştığı anlaşılıyor. (Kaynak kişi Lüttullah Yücel)

  • Eşrefin uğruna inanılırdı. Bu konuda söylenecek çok şey bulunmakla birlikte Ankara’dan canlı bir örnek vereceğiz. Amcası oğlu olan Avni Özbenlı naklediyor: “Eşrefin gözlerine inme olmuştu. Ankara Numune Hastahanesi’nde katarakt ameliyatı geçirdiğini haber aldım, eşimle ziyaretine gittik. Gördüklerimizden şaşkınlığa uğramıştık. Kendisine müstakil, lüks bir oda tahsis edilmiş, kapıda hemşireler nöbet tutuyorlar. Şaşkınlık içinde onlardan sorduğumda ‘Efendim, bize Başhekim Münif Islâmoğlu’nun hususi talimatları var; bu zat hastahaneye uğur getirir, kendisine milletvekili ve bakan protokolü uygulayın, sakın incitip gücendirmeyin dediler’ cevabını aldık. Daha sonra eski yıllardan tanıdığım başhekim beye, ailemiz adına teşekkür etmek için gittiğimde de “Kastamonu’ya doktorluk yaptığım yıllarda (1950 öncesi) muayenehanemi açtığımda bazı günler Eşref gelirdi. Kendisine 25 kuruş verirdim. Onun geldiği günler hastadan başımı kaldıramazdım . Bunu yüzlerce, binlerce defa denemiş biriyim, aynen öyledir.” dedi. (Kaynak kişi Avni Özbenli).

  • İskilipli Osman Usta, Kastamonu Karayolları’nda operatör olarak çalışmaktadır. Sene 1969. Kırkçeşme Caddesi üzerinde yürürken Eşref yolunu keser ve 2,5 lira ver der. Arkasından “Senin işin olacak”, diye ilâve eder. Duyanlar, ne iş olduğunu sorduklarında Osman Usta “Yarın Ankara’ya ağır vasıflı ehliyeti imtihanına girmek için gideceğim.” der. Gerçekten Osman Usta ilk imtihanda kazanıyor ve ehliyetini alıyor, (Kaynak kişi Osman Usta’nın hemşehrisi olup birinci kaynaktan dinleyen Doç. Dr. Mücteba Uğur).

  • İl merkezinde, Karamehmed’in kahvesine Eşref gelir, selâm verir. Orada bulunan bir yabancı Eşrefin kim olduğunu sorar “Deli derler ama muhterem biridir.” diye cevaplarlar. konuşmalar çok sessiz bir şekilde cereyan eder. İlin en büyük birkaç kahvesinden biri olan ve o anda kahvenin başka bir köşesinde bulunan Eşref “Ben meczûb deliyim” diye söze karışır. (Kaynak kişi Mehmet Tufan Arslan)

  • Merhum Mustafa Değer’den oğlu nakleder: Bir cenazeyi arabaya koymuşlar, köyüne götürüyorlarmış. Eşref “Beni de alın.” der Yer yok diyerek almazlar Arabadakiler köye vardıklarında Eşrefi orada görürler. Eşref köye geleli epey zaman olmuştur ve “Cenaze geliyor, kabri hazırlayın.” sözleriyle köylüyü haberdar edip hazırlıklara başlatmıştır. (Kaynak kişi Burhan Değer).

  • Tarzan lakabıyla meşhur Abdurrahman Temizdal bir kaç devre il merkezinde Belediye Başkanlığı yaptı. Bir defasında aday olunca, seçimlerden önce kesin olarak kazanacağını söylüyor ve neticede dediği gibi oluyor (Kaynak kişi Feyzi Ertem)

  • Eşref, 1970 yılında Enver Karakülâh’a gelir ve “Sizin evde fakirlere yemek vereceğim: bir şartla ki bütün malzeme benden, yapması sizden…”der. İki ay kadar topladığı paralarla eve devamlı malzeme stok eder. Davet günü arka arkaya faytonlar içinde bütün deli ve sakatları eve getirir. Kaynak kişi devamla diyor ki: “Tepsilere konan yemek sahanları ortaya konduğu anda temizleniyordu. Bu bize iyi bir ders oldu. Bakıma muhtaç bu kişilerin sıcak yemek ihtiyacı içinde oldukları sonucunu çıkartarak İlim Yayma Cemiyeti’nin Kastamonu Şubesi’ni açtık ve özellikle Ramazanlarda sistemli bir şekilde fakirlere sıcak yemekler verdik, hatta gelemeyenlerin evlerine kadar götürdük” Eşref, iftarı takip eden günlerde evin hanımlarına entarilik kumaşlar getirir ve hakkınız geçti diyerek helallik ister. (Kaynak kişi, Enver Karakülâh). Eşrefin inceliğine bakınız.

  • Eşref, 1950 li yıllarda, şehrin ileri gelenlerinin yardımları ile ve onların refakatinde Hacc’a gider. Kendisinden, orada olsun dilencilik yapmamasını ve memleketin haysiyetini küçük düşürmemesini rica ederek söz alırlar. Mukaddes yerlerde aşkla gezdiği anlatılırdı; ancak alışkanlıklardan kurtulmak kolay olmamalı. Duramayıp para toplar ama topladığı bu paralarla hırsızlara cüzdanını kaptırıp parasız kalanlara, hastahanede çaresiz bekleyenlere yardım elini uzatır. Yürütülen bazı hizmetlerin altında bulunan gerçek eli bilmediğimizi itraf etmeliyiz. Bundan sonra Deli Eşref, Hacı Eşref olur.

  • Bir gün Hasip Yılanlıoğlu’nun köyüne gelerek iki çuval buğday ister. Aldığı buğdayı, köyün üst kısmındaki bir mahallede oturan ve yiyeceği bulunmayan bir fakire götürüp verir. (Kaynak kişi Hasip Yılanlıoğlu).

  • Eşref’in ara sıra bazı evlere giderek canının çektiği yemekleri yaptırdığı olurdu. Bizim eve de gelirdi Bu evlerden biri de Hasip Yılanlıoğlu’nun evidir. Bir gün ikindi vakti evlerine gelir, fakat evde kimseyi bulamaz. Yolda Hasip Efendi’yi görür ve “Eve uğradım, kimse yoktu Saniye Hanım’a deyiver.” der. “Ne diyeyim?” sorusuna, “Sen deyiver.” cevabında bulunur. Saniye Hanım o gece vefat eder. Anlaşılıyor ki helallaşmak için gelmiş imiş. (Kaynak kişi Hasip Yılanlıoğlu)

  • Eşref bir defasında Mehmet Tufan Arslan’ın evine gelir. Kendisi evde yoktur. Merhume hanımı ve çocukları karşılarlar. İçeri girer ve “Bana helva yapın.” der. O esnada tüp biter Ocak yaktırıp helvayı tamamlatır. Birazını yedikten sonra artanını paket yaptırıp hasta ve muhtaç birine götürür (Kaynak kişi Mehmet Tufan Arslan).

  • Topçuoğlu’nda Berber merhum Nuri Efendi’nın evine gidiyor ve çok acele kaydıyla çorba pişirtiyor. Nuri Efendi ile birlikte evden çıkıyorlar ve çorbayı şehrin kenar bir semtinde yaşayan kimsesiz, hasta birine götürüyorlar. Bunun örneklen de pek çoktur. (Kaynak kişi Enver Eroglu).

  • Eşref zaman zaman bazı evlere misafir olurdu, ama evln hanımı yüksünürse kararından sür’atle vazgeçerdi. PTT’de koli memurluğu yapan Sarı Mehmet diye meşhur Mehmet Altınöz vardı. Bir gün ona uğrayıp “Bana ekşili bulur pilavı yaptır” der. Eşi Necmiye Hanımın o gün için bir işi varmış. “Keşke yarın gelseydi” diye içinden geçiriyor. Eşref yarım saat içinde tekrar PTT’ye uğrayarak “Bugün kalsın, vazgeçtim.” diyerek iptal eder. Necmiye Hanım bu olaydan sonra pişman olmuş ve bir daha gücendirmemeye gayret göstermiş. Bir başka zaman da aynı istekte bulunmuş. Necmiye Hanım, ocağa pilavı koymuş ve mahalleye çıkmış. Nasılsa 4-5 saat gibi uzunca bir süre pilav ocakta kalmış. En azından iki defa tencerenin dibini tutup yanması gereken bu zaman süresi içinde pilava hiç bir şey olmaz, eve döndüğünde tam kıvamında pişmiş ve indirilmeye hazır bulur. (Bundan 32 yıl önce bizzat ailenin fertlerinden dinlemiştim.)

  • Eskiden kış aylarında cumartesi günü (pazar) geceleri sıra gezmeleri olurdu. Eşref de onlara iştirak ederdi. Geceler, yeme içmenin yanında manevî bir hava içinde geçerdi. İlâhî ekipleri İlâhiler okurlar, bazen mevlid okunur, hatta hatim de indirilirdi. Eşref zikri çok severdi ve ortaya atılan bir minderin üzerine oturur, yoruluncaya kadar âşikâne zikirler ederdi. Zikirde hep “Allah, Allah…” derdi. (Kaynak kişi Kâmil Anbarcıoğlu). Çocukluk yıllarımda bu manzarayı defalarca ben de seyrettim.

  • Eşref, beşerî münasebetlere çok dikkat ederdi. İnce bir hassasiyeti vardı. Türkiye’nin değişik yerlerinde dostları bulunuyordu ve onlara zaman zaman mektuplar yazdırıyordu. Enver Karakülâh onun kâtiplerinden. Diyor ki:“ Yazdırdığı mektuplarında ‘gelemeyeceğim’, ‘….zaman geleceğim’ gibi ifadeler bulunurdu. Mektup yazdıklarımız hakim, savcı, doktor, öğretmen ve benzeri tahsilli makam sahibi ve bir yerin önde gelen kişileri olur; yazdırdıkları doğrultusunda ve dediği tarihlerde ziyaretlerinde bulunurdu.” (Kaynak kişi Enver Karakülâh)

  • Eşrefin ziyaretlerine bir örnek daha vermek istiyoruz. Onun fayton zevki de vardır. Bir gün faytona biner ve Başköy’de İmadi Bey’in mevlidine gider. Kasaba Köyü’ne de uğrar ve “Hilmi Bey’de iftar edeceğim.” diyerek kalır; iftardan sonra Başköy’e gider. Fayton emrindedir. Kasaba’dan ayrılırken “Beyden beye, beyden beye…” diye memnuniyetini ortaya koyar. (Kaynak kişi Merhum Hilmi Bey’in oğlu Yavuz Kapıcı).

  • Zengin bir kadın fakir düşer. Eşref o derece hassas bir yaratılışa sahiptir ki bir Ramazan ayında entarilik, başörtüsü, çorap, ayakkabı gibi kadının şahsî ihtiyaçlarını alarak onu hususi surette ziyaret eder. (Kaynak kişi Enver Eroğlu).

  • Eşrefin fayton zevkinden söz ettik. Zaman zaman fayton kiralar, arkaya kurulur, heybetli bir görünüm içinde gideceği yere giderdi. Şehrin Aycılar Camii’nde (Neden bu camiyi tercih ettiğinin cevabını henüz bulamadım) ara sıra mevlid tertip eder, duasını, zamanın müftü yardımcısı Kâmil Anbarcıoğlu’na yaptırırmış. Bu günlerde, hayli uzak olmasına rağmen adı geçenin evine faytonla bizzat gelerek kendisini alır ve camiye götürürmüş. Burada bir ilim adamına duyulan saygıdan söz etmeliyiz (Kaynak kişi Kâmil Anbarcıoğlu)

  • Enver Eroğlu’nun dedesi Hacı Mustafa’nın, şehrin 35 kilometre uzağındaki Ömersin Köyü’nde mevlidi okunacaktır. Yukarıda da bahsedildiği üzere Eşref kendisinden dersler almış, bir kere de dayağını yemiştir. 1960’lı yıllarda 25 lira ödeyerek fayton kiralar ve bu kadar uzak mesafeye faytonla gider gelir. Hocalık hakkına saygının güzel bir örneği değil mi? (Kaynak kişi Enver Eroğlu)

  • Eşref, Taşköprü ilçesinde bir eve misafir oluyor. Ev sahibi, Eşref’i sevmekle birlikte, üzerinin kirli ve bitli olabileceği i düşünüyor; ancak içinden geçirdiği bu hususu kendisine söylemiyor. Tam yatılacağı zaman Eşref, ev sahibine hitaben “Hiç merak etmeyin, daha sabahleyin üstümü değiştirdim, tertemizim.” diyor. (Kaynak kişi İrfan Yücel)

  • Saime Karayel Öğretmen, naklen gittiği İstanbul’dan, memleketindeki geçmişleri için mevlid okutulmasını sipariş eder. Gönderilen meblağdan, bütün masraflar çıkınca, artan yüz kuruşun (1965 yılının bir lirası) Eşref’e verilmesi kararlaştırılır. Eşref ile karşılaşıldığında “Hacı, size verilecek bir emânet var, ancak bilirsen vereceğiz.” denmesine karşılık “Ver yüz kuruşu, ver yüz kuruşu.” cevabında bulunur ve para kendisine verilir. (Kaynak kişi Abdurrahim Abdulkadiroğlu)

  • İstanbul Barosu avukatlarından M.Emin Paskaloğlu şahidi olduğu bir olayı naklediyor; 1968′lerde esnaftan Hüseyin Eroğlu’nun dükkânında oturuyorduk. Uzaklan Eşrefin geldiğini gördüm. Birikmiş sadakalarımın da yerine geçmek üzere kendisine bir lira (yüz kuruş) vermeye karar verdim. Hüseyin Eroğlu “O, yirmi beş kuruştan fazlasını almaz.” dedi. Ben ona bir lira verdim. Gönlümden geçeni bilmiş olmalıkı itirazsız kabul etti.

  • Eşref hakkında Kemal Pattabanoğlu’nun bizzat şahidi olduğu olaylar da enteresandır. Özetle der ki: “Onu Devrekâni’de esnaf iken tanıdım. İlçeye geldiği günlerde bana uğrar, para ister, aldığı parayı bir keseye biriktirir, fakirlere dağıtırdı. 1974′de ticaretimi Kastamonu’ya naklettim. Hayırlı olsun, demeye geldi. Kahve içti. Cebinden bir karton kutu çıkartarak “Şunun içine sen de para at’ dedi. Attım. Kutuyu bana vererek “Bu sende kalsın.” dedi. Parayı saymak için kutuyu masaya boşalttımsa da hemen müdahele edip“Sayma, bereketi kaçar.” sözleriyle önledi. “Bunu kasaya koy, tekrar getireceğim, fakirlere dağıtacağım..” diye tembihledi. Zaman zaman fakirler için giyecek şeyler alır, aldığı eşyaya karşılık kutudaki miktar kâfi gelirdi. Bir Ramazan günü iftara 20-25 dakika kala, mağazayı kapatacağımız bir anda faytona binmiş olarak geldi. Çabuk 2 erkek gömleği, 2 bayan elbiseliği verin dedi. Verdik. Evvelce hiç fiat sormadığı halde bu defa “Borcum ne kadar?” diye sordu. Ben de aniden 89 lira dedim. Gece saat 24.00 sularında ev kapısının zili çaldı. Aşağıya indim. Kapıda tanımadığım biri “Seni Hacı Eşref çağırıyor.” dedi. Evden 100-150 metre ileride fayton içinde oturuyordu. Selamlaştık. “Şunu al” dedi. Bir beze sarılı olan parayı aldım, eve döndüğümde saydım, tam 89 lira idi. Halbuki akşam aldıkları 30 lira civarında tutuyordu. Ertesi sabah mağazayı açtım. 59 liralık kısmını verdiği beze sarıp çekmeceye koydum. Bir saat sonra geldi; sohbet ettik, artan parayı verdim, aldı ve cebine koydu.”

  • K. Pattabanoğlu’nun enteresan bir hatırası daha vardır. Der ki: “Bir gün bir paketle geldi. Aç, dedi, açtım. İçinden sarık ve cübbe ile çekilmiş ve çerçevelenmiş fotoğrafı çıktı. ‘Bunu şuraya as.’ dedi. Masamın arkasına, gösterdiği yere astım. Geldiğinde fotoğrafa bakar, bana imamlık yakışıyormuş.’ der, kahve içer giderdi. Epey zaman geçti. Bir arkadaşım ‘Yahu bu fotoğraf buraya olmamış, bunu kaldır.’ dedi. Ben de kasanın altındaki çekmeceye koyuverdim. Hacı Eşref geldiğinde baktı ki fotoğraf yok, sordu. Ben de “Bir arkadaşa verdim, bana bir tane daha getirirsin.’ dedim. Kahve içip gitti. Fotoğrafı koyduğum çekmeceyi, öteden beri olduğu üzere her akşam kasa ile beraber kilitliyorduk ama sabahleyin kasayı kilitli, çekmeceyi açık ve yarısına kadar çekilmiş buluyorduk. Bu hâl bir süre devam etti. Fotoğrafı çekmeceden çıkartıp eski yerine astığımızda çekmece de kilitli kalmağa başladı. Fotoğrafı gördüğü ilk gün ‘Hapsettiğin yerden çıkarttın mı?’ dedi ve kahvesini içip gitti. Vefatında kasamda 55 lirası kalmştı. Sevabına fakir öğrencilere dağıttık. (Kaynak kişi Kemal Pattabanoğlu)

  • Enver Karakülâh der ki: “Bir gün beni Aşağıimaret civarında yakaladı. Elinde torbası ile kahveye girdik. Bana ‘Ben Hacıyı görün diyeceğim, sen torbayı masaların arasında gezdirip toplayacaksın.’ dedi. Elime torbayı verdi. Öyle sıkıntılı bir an yaşadım ki âdeta ter döktüm. Öte yandan nefsi öldürmenin kolay olmadığını bizzat anlamış oldum. Hacı Eşref ‘İki gayem vardı, biri Hacc’a gitmek, İkincisi cami yaptırmak. Hacc’a gittim ama henüz camiyi yaptıramadım.’ derdi” (Kaynak kişi Enver Karakülâh).

  • Hacı Eşref çok temiz bir hayat sürmüş, yaratılışında Allah’ın takdiri doğrultusundaki görevlerini yerine getirmiş, tatlı hatıralar bırakarak bu dünyadan ayrılmıştır. O, âdeta halkın sevgilisi idi. Namazlarını hiç terketmez, kışın en soğuk günlerinde bile soğuk su ile abdest alırdı. Son yıllarda gözlerini kaybetmesine rağmen Nasrullah Camii önündeki şadırvanlarda abdestini alır, bu camide namazlarını cemaatle kılardı. Onu görenler abdest alırken yardımcı olurlardı. O, o derece temiz bir hayat sürmüştür ki buluntu ve kazancında şüphe gördüğü paraları almaz, kendisine para veren biri sonradan kötü yollara düşerse aldıklarını da iade ederdi. Ceplerinde taşıdığı defterleri birbirine karıştırmadan hitap ettiği kişiye ait defteri anında bulur ve ‘Şuraya yaz’ diye talimat verirdi.

 

Hacı Eşref 11 Şubat 1976 günü Hakk’a yürümüş, eski İnebolu yolu üzerinde Hacortu (Hoca-orta veya Hacı-orta) Köyünde bulunan Meşeli Türbe’de sırlanmıştır. Vefatı tipili bir Şubat ayına rastlamasına rağmen, toprağa verilmesi esnasında, çevre vilâyetlerden otobüslerle çok sayıda gelenler olmuş ve bunlar cenazesinde hazır bulunmuşlardır.

 

TRT Halk Musikîsi arşivlerinde Eşreften derlenmiş türkülerin bulunduğunu söyleyenler olmuşsa da amcası oğlu ve konunun uzmanı Avni Özbenli bu konudaki söylentilerin yakıştırma olduğunu ifade etmiştir.

SONUÇ

Her toplum için değer mefhumları vardır. Türklerin de kendi öz malları olan değer mefhumları, kültürlerinin kaynağını teşkil etmiştir. Anlatılmakla değişmelere uğramağa ve kaybolmağa mahkûm olan bu değer mefhumlarının sür’atle kayda geçirilmesi lâzımdır. Bu değerlerin bir bölümünü şahıslar meydana getirmektedir. Bu kabil çalışmaların folklorik değerleri de göz ardı edilmemelidir. Okuduğunuz kitapçıkta deli denmekle birlikte velî olduğunda herkesin birleştiği Hacı Eşref üzerinde duruldu ve umarım hakkında unutulmağa mahkûm bir çok husus böylece kayda geçirilmiş oldu. Bu gibi zâtların hayatları etrafında senaryolar yazılarak bir başka açıdan da değerlendirilmelidir. Çünkü Hacı Eşref’te ve benzerlerinde örnek alacağımız birçok güzel husus vardır.

 

Yazımızda adları geçen delilerin hepsi de bugün dünyalarını değiştirmiş bulunmaktadırlar. Cümlesini rahmetle anarken mahalli bir faaliyet olmak üzere Eşref Özbenli adının Kastamonu’nun bir sokağına verilmesini; bir de merhumun içinde yarım kalmış bir arzusu olan cami yaptırma niyetini dikkate alarak, Kastamonu’nun yeni yapılan camilerinden birinin de Eşref Özbenli Camii olarak adlandırılmasını teklif ediyorum.

Dipnotlar

1 ve 2. Söz konusu yemekler hakkında bir çalışmamız için bkz. “Kastamonu Mutfağı (Dünü-Bugünü)” IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, Ankara 1992, c.5, s. 1-21.

3. Konu etrafında bir yazımız için bkz. “Sıranâm e” Halk Kültürü/Derleme-Araştırma 1984-4, s.5-12

NOT: Bu yazıda adları geçen ve geçmeyen kaynak kişiler olarak Kâmil Anbarcıoğlu, İrfan Yücel, Lütfullah Yücel Abdurrahim Abdulkadiroğlu, Kemal Pattabanoğlu, Ahmet Pattabanoğlu, Mücteba Uğur, Yavuz Kapıcı, Hasip Yılanlıoğlu, Enver Eroğlu, Mehmet Tufan Arslan, Enver Karakülâh, Avni Özbenli, Feyzi Ertem, Burhan Değer, Abidin Demirkaya ve Mustafa Eski Beyler ile Sevgi, (Selvi) Ersoy Hanım’a yardımları için teşekkür ederim.

 

Kaynak: BİR DELİ VELİ “EŞREF” – Abdülkerim ABDULKADİROĞLU Ankara – 1994

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Seyyid Hasan Efendi

Müftü es-Seyyid Hasan Efendi 1083/1673 yılında Kastamonu Müftüsü olarak görev yapan es-Seyyid Hasan Efendi, aynı …

Önceki yazıyı okuyun:
“Muvakkat İttifak” ya da Sarmaş Dolaş Olmak… / M. Nuri BİNGÖL

Mehmet Nuri BİNGÖL mneminler5@mynet.com “Muvakkat İttifak” ya da Sarmaş Dolaş Olmak… Yakın tarihin yaprakları arasında …

Kapat