Tarık BUĞRA hadise ve şahısları üçüncü bir şahsın ağzından, yani kendisi anlatır. Buna “tahkiye üslubu” diyoruz.
BUĞRA, konuşma ve diyalogları yayabildiği kadar yaydığı halde, uzun bir zaman müddeti içinde cereyan eden bir çok hadiseyi, birkaç paragrafta, toplu bir şekilde verebilmede oldukça ustadır.
“Bursa’nın Yunanlılara düşmesi Türkiye’de son durgun gölleri de bir fırtına gibi allak bullak etti. Bursa sağlam Osmanlılar için en azından İstanbul kadar değerli, fakat İstanbul’dan daha aziz idi. Bursa, büyük nurun doğduğu, geliştiği ocaktı, aklın, bilginin, adaletin ve imanın, fetih orduları yarattığı kuvvet kaynağı olduğu ilk payitahttı. Ve Orhan orada. Murad orada, Osman, Osman, Osman orada.” ( Küçük Ağa. Ötüken Yayınevi, 1981, s.163)
“ Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi, Kuva-yı Milliye’nin Ferit Paşa kabinesini düşürmek için yaptığı uzun mücadele ve nihayet başarı; Damat Paşa’nın istifası, onun arkasından da yeni Sadrazam Ali Rıza Paşa ile bitip tükenmeyen hazırlıklar…” (a.g.e. 269)
“Hilafetin padişahlıktan ayrılması… sonra önce birinin, arkasından ötekinin kaldırılıvermesi… Cumhuriyet.. Barış Konferansı.. Makarrı Hükumet… Kabinenin kuruluş şekilleri… Mesuliyet ve yetki tartışmaları, adı bile düşünülemeyen konularla ilgili yasaklayıcı, hak getiren, hak kaldıran kanun tasarıları… Bir devlet kuruluyordu işte…” ( Firavun İmanı, Kervan Yayınları, 1976, s.191)
“Gençliğim Eyvah” romanında da, tek parti devresi adeta preslenerek şu şekilde anlatılır:
“ Böylece ve bu yüzden, şiddet olanca hızı ile başlamıştır. Şiddet’le birlikte de, her zaman ve her yerde olduğu gibi, yürek paralayıcı, isyan ettirici –aslında şiddete baş vuranların da, evet, onların da istemediği- haksızlıklar başlamıştır:
Kuruların yanında yaşlar da cayır cayır yanmakta, en sağlam iyi niyetler, en titiz dürüstlükler ve en temiz Devlet endişeleri de kurban gitmektedir.
Alev, Ankara’dan ve İstanbul’dan atlamış, bütün Türkiye’yi sarmıştır; çünkü eylemi –her uygulamada olduğu gibi- kıytırık polisler, jandarmalar, muhtarlar, savcılar, parti başkanları üstlenmiştir.
Parti, Devlet’in üstüne çıkmış, onun yerini almıştır: Bucak müdürleri, kaymakamlar, valiler silinmiş, yerlerini partinin ocak, bucak , ilçe, il başkanlarına bırakmıştır. Bu bir şey değil, savcılar parti görevlisi çıkmış, yargıçlar da onların buyruğuna girmiştir.
Zaten düzen’ini – yasalarını – iddialarına göre tamamlayamamış durumda bulunan Cumhuriyet Devleti büsbütün toz olmuş, geriye kalan gücü de bir avuç insanının, ayaktakımının –parti adına- eline geçmiştir.” ( Gençliğim Eyvah, Ötüken Yayınevi, 1979, s.60-61)
BUĞRA, ferdi dert , düşünce ve davranışları, şiire yaklaşan bir üslupla anlatır:
“ El sallamak, güle güle diye bağırmak isterdi. Bahtınız açık olsun demek isterdi. Fakat el sallayamazdı, bir eli bütün koluyla Kûtülemare’de, bir kum tepesinde kalmıştı; öbür eli de pis, sefil fakat kocaman torbasını tutuyordu. Ve artık bütün iyi dilekler boşunaydı. Bu trenin yolcuları gülmeyi de, bahtlarını da topyekün kaybetmişlerdi. Bunlar bozgunun sakat, yarım kalmış döküntüleri idi, işe yarayabilecekler ise esir kamplarında ve tecrit edilmişlerdi.
Katarın son vagonu da ilerledi, virajda kayboldu. Fakat Salih trenin hala önünden geçmekte olduğunu sanıyordu. Aynı vagonlar, aynı pencereler sanki milyon kere milyon üremişti ve bu geçiş ebediyetlere kadar sürecekti. Aynı vagonlar, aynı pencereler, aynı yüzler, aynı donuk bakışlar.
Hele o ses… Hele o erkekçe, bir bakıma güzel, bir bakıma harikulade, fakat insana ait değilmişçesine canlılığını kaybetmiş, bu yüzden de melenkoli’den daha ezici, çökertici tesir yapan ses!.. Bu ses mezarda bile kulaklarını bırakmayacak gibiydi.
‘Adı Yemen’dir
Gülü çemendir
Giden gelmiyor
Acep nedendir?”
Keşke gelme olmasaydı. Gelmek mi denirdi buna?
Nerede sağ kolun yavrum Salih?
Nerede sağ kulağının yarısı oğlum Salih?
O kehribar gibi gözlerine ne oldu bir tanem?
Ya o yiğit yüzün kardeşim?
Gelmek mi denirmiş buna?
Ve aynı vagonlar, aynı pencereler, aynı yüzler önünden geçiyor; geçiyor, tekrar geçiyordu. Salih o trenden ayrılmak istemiyor, inmemiş olmak, gitmek, gitmek, gitmek istiyordu çünkü.” ( Küçük Ağa, Ötüken Yayınevi, 1981, s.12-13)
“Yağmur Beklerken” romanındaki yağmur duasında bu şiirimsi ifade doruğa ulaşır:
“Eller bu sefer aminler için gökyüzüne açılmıyor, aralanmış parmaklar toprağa doğru sarkıyordu.. birer musluk olmak ve damarlarındaki kanları suya çevirip toprağa serpmek ister gibi.
Rahmi, aminlerin hiçbir duada bu kadar gür, bu kadar yürekten koptuğunu hatırlamıyordu. Ve, seslerde gürlükten başka bir şeyler var gibiydi; mesela bir titreşim ki, insan, bir bilinmez yolla gezegenler arası bir haberleşmedir sanabilirdi. Sanki dilekler, yardım istekleri, yakınmalar, yeryüzündekilerin çözemediği ve çözemeyeceği, çözülemez bir şifre ile, öfkeli ve başına buyruk Güneş’in silip süpürdüğü öteki güneşlere gidiyordu. Ve ulaşacaklardı. Buna inanırdı insan… öyle titreşimlerdi bunlar.
Büyülenmişti Rahmi. Herkes büyülenmişti. O titreşimleri ve o titreşimlerin kaderini sezebilmek içinmiş gibi, soluklar kesilmişti.
Rahmi, neden sonra, ak sakallı bir koca herifin ağlar gibi gülümsediğini gördü: İnsanın boğazını düğümleyen minnet ve şükran duygusunu gördü… gördüğü bir insan yüzü değildi, bu idi. Ve Rahmi, aynı anda, genç kavakların hışırdadığını işitir gibi oldu. Bin yıldır özlenen bir serin esinti duyar gibi oldu. Büyü… galiba… tamamlanıyor, rüyaya kayıyordu. Böyle olmamasını -hırsla- istedi ve anlamak istedi, aynı hırsla:
Yaşlı adam başını kaldırmış, Batı’dan, külrengi ama morumsu bir bulut baş veriyordu. Güldü… her zamanki gibi. Ama Serdar’ın doğum müjdesini getirene de böyle gülmüştü. Bu sefer müjdeci koca herifti sanki; gülüşünü görsün istedi; “senin gibi gülebilirim işte” demek istedi, ona baktı.
Adam titriyordu.. yirmi adım öteden fark edilecek kadar. Ve, adamın gözlerinden … pıtır pıtır.. üç, beş damla yaş dökülüverdi. Yörenin yana yana beklediği rahmetin ilk damlaları bunlar mıydı? Bir karış toprağı bulunmayan bir adamın bu gözyaşları, tek başına, rahmete değmez miydi… rahmeti yağdırmağa?..” ( Yağmur Beklerken, Ötüken Yayınevi, 1981, s.90-91-92)
Verdiğimiz bu iki misalden başka, Buğra’nın eserlerinde ferdi düşünce ve hareketler anlatılırken anlatım şirrimsi üsluba döner ve bu hususta daha pek çok misal bulunabilir.
Tarık BUĞRA’nın esas kahramanları aydın tabakaya mensup olduğundan, konuşmaları İstanbul ağzına aittir. Fakat halktan insanları konuştururken insanları, mutlaka mahalli ağızla konuşturur.
Eserlerinde nükte, fıkra ve sembollerle anlatışa ehemmiyet verir. Kahramanlarına bir düşünceyi anlattırırken ya bir fıkra, ya da bir kıssa ile misal verdirir.
- Cemaat Değil Cemaattan Yana Olmak - 19 Eylül 2024
- Müzeden Ayasofya-yı Kebir’e… - 12 Eylül 2024
- Romancı Olmak – Olmamak – Olamamak - 25 Ağustos 2024
- Vâizler Neden “Etkisiz Eleman”? - 22 Ağustos 2024
- Nur Üstad ve Abdülhamid Meselesi - 11 Ağustos 2024
- Bahardan Sonra Yaz (Öykü) - 5 Ağustos 2024
- Sahabe Bir Sıfat; Hataları İse Ferdidir. - 4 Ağustos 2024
- İsmail Tohumu Fidana, Ardından Ağaca Duracaktır. - 31 Temmuz 2024
- Bazı Dikkatler-2 - 30 Temmuz 2024
- Adem-i Îtimat Meselesi - 29 Temmuz 2024