Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Taşköprülüzâde’ye Göre Öğretmenlik ve Öğrencilik Ahlâkı

Taşköprülüzâde’ye Göre Öğretmenlik ve Öğrencilik Ahlâkı

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

(…)

Hoca – Talebe İlişkileri

Öğretmen

Taşköprülüzâde Mevzuat’ul Ulûm adlı eserinde öğretmen ve öğrenciye ayrı bir başlık açar, onların vazifelerini onar madde altında izah eder. Bu maddelerde o, hoca/eğitimci ve ilim talebesi üzerinden çeşitli hususlara açıklık getirir, onların nasıl bir eğitim anlayışına sahip olması gerektiğini, çeşitli gerekçelerle ve örneklerle temellendirir, bir anlamda öğretmenliğin ve öğrenciliğin felsefesini yapar. Dikkat çekici pek çok pedagojik boyut içeren bu maddeler aşağıda özetlenerek verilecektir.

Öğretmenin ilk vazifesi, her daim Hakk’ın rızasını gözetmektir. Öğretmen riya, gösteriş, prestij, makam, toplumsal itibar veya topluma emretmek vb. gayesiyle bu ilimle meşgul olmamalıdır. Bilakis onun her daim gözeteceği temel ilke, Allah’ın rızasını kazanmak, onun emir ve nehiylerine uygun yaşamak, ilmi yaymak ve toplumu irşad etmek suretiyle, toplumdaki alimlerin artması, cahillerin, sefihlerin azalması için çaba sarf etmektir. Buna göre, alim, Allâh’ın dinini, Rasülü’nün sünnetini insanlara açıklamalı, onlara doğru yolu, haramı, helâli göstermeli, onların kötü yollara düşmesine mani olmalıdır. Böylece İslamı ihya ve tahkim etmelidir. Allah’u tealanın bir kimsenin eliyle bir başkasına hidayet vermesi o kimse için büyük bir hayırdır, iyiliktir. Allah’a asi olan, hata ve günahlara bulaşan, çeşitli ceza ve azaba müstahak olan bir kulun Allah’a ibadet ve taat eder hale gelmesine, farzları ve sünnetleri yaşar hale gelmesine vesile olmak Allah katında ibadetlerin en büyüğüdür. 

Öğretmenin ikinci vazifesi ise, talebesini kendi evladı gibi görmektir. Nitekim Hz. Peygamber “Benim size olan yakınlığım (şefkat ve merhametim) babanın evladına olan yakınlığı mertebesindedir” buyurmuştur. İlahi nazarda evlat (din ve Allah nezdinde evlatlık) kan ve soy evlatlığından daha evladır. Hatta imam Ussam bin Ebu Yusuf hakkında denilmiştir ki, onun talebelerine karşı merhamet ve şefkati o kadar yüksekti ki, faraza talebelerinden birine bir sinek konsa onun acısını o da duyardı. Taşköprülüzâde burada konuya bir de talebe açısından bakar ve onların hocalarına nasıl davranacaklarına ilişkin şu hatırlatmaları yapar. “Alimler ve talebeleri Allah yolunun yolcularıdırlar. Dolayısıyla talebe bilmeli ve inanmalıdır ki, hoca/üstat hakkı bütün haklardan hatta ana-baba haklarından bile daha üstün ve daha büyüktür. Zira üstat/hoca sonsuz olan hayatın, anne-baba fani hayatın sebebidir. Öğretmen-öğrenci ilişkilerinin nota, puana bir takım belgelere indirgendiği, kişisel ve günübirlik kaygıların öne çıktığı günümüzde, yukarıdaki bakış açısı gerçekten oldukça dikkat çekicidir. Öğretmenin öğrencisini evladı, öğrencinin de hocasını babası gibi hatta, daha yakın biri olarak görmesi, bizlere İslam eğitim geleneğinde öğretmen-öğrenci ilişkisinin nasıl şekillendiğini göstermesi ve zamanımızdaki eğitim anlayışlarımızı sorgulamak bakımından önemlidir.

Hocaya düşen bir diğer vazife ise, “sâhib-i şerîat” olan Hz. Peygambere uymalı, öğrettiği ilim için karşılık istememelidir. O burada, “Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir”ayetini delil göstererek, üstadın, talebesinin malına tamah etmemesini tavsiye eder. Hoca rıfk hilm, tevazu ve muhabbet ile talebesine ilim öğretmeli, hatta fakir, kimsesiz, garip olan talebelerine her daim daha yakın olmalı, onları kendine daha yakın tutmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber de fakirleri sever, miskinlerin meclisine oturmaktan hoşlanırdı. İlim ile mal, para, makam ve celal istemek, pabucunun altını, yüzü ve sakalı ile silmek gibidir. Hizmet eden ve hizmet edilen kendi konumunu iyi bilmeli, ona göre muamele görmelidir. Hoca, dünyalığa ve dünyayı talep edenlere meyletmemeli, makam ve mevkiye gönül vermemelidir. 

Hoca, talebesinin kötü huylardan arınması için gevşek davranmamalı, her fırsatta onun ahlaken gelişmesine yardımcı olmalı, bazen ta’riz, (kinayeli, dokundurarak) bazen tasrih (açıklayarak) bazen telmih (hatırlatarak) yoluyla nasihatte bulunmalıdır. Ancak bu nasihatlerde ölçülü olmalı, onu soğutmamalıdır. Hoca, men edilmesi ve yasaklanması vacip olan işlerden talebeyi men etmelidir. Ancak bunu açıkça söylemek veya uzun uzun açıklamalarda bulunmak şeklinde yapmamalı, ta’riz (kinaye), işaret ve ima ile yetinmelidir. Zira bunlar yasaklamada daha tesirli olur, açık açık söylemek ve uzunca anlatmak ise, çirkin görülen işlerin ısrarla ve inatla yapılmasına sebep olabilir. Taşköprülüzâde bu yaklaşımı babasının kendisine öğrettiğini, onun babasının da kendilerine aynı usulle eğitim verdiğini söyler. Aynı şekilde hoca, her daim talebeleriyle meşgul olmalı, onları ilme teşvik etmeli, onlardan gelen istekleri incelemeli, onlara ihsan ile muamele etmeli, onlardan gelecek kusur ve kabahatlere tahammül göstermeli, dünya ve âhiret işlerini düşünüp, imkan ölçüsünde, onlara iyilik ve ihsanda bulunmalıdır. Burada da görüleceği üzere, o hocayı talebenin ilmi ve ahlaki gelişiminde bir mürşit konumuna yerleştirmekte, talebeyi yetiştirme sürecinde ondan gelebilecek olumsuz ve istenmedik davranışlar karşısında ihsanca bir yaklaşım sergilemesini tavsiye etmektedir. 

Hoca, talime (eğitime) talebe için en mühim olan ilim ile başlamalıdır. Bu ilim ister, “emr-i ma’âş”la (yaşayış, dünya) isterse “emr-i ma’âd” (ahiret) ile ilgili olsun, fark etmez. Eğitimde tedris, talim edilecek ilim belirlenirken, talebenin tabiatına, anlayışına, uygun olan seçilmeli, bu ilimlerin öğretiliş sırası çok dikkatli bir şekilde belirlenmeli, bir kere belirlenip sıraya konduktan sonra da bu sıraya uygun hareket edilmelidir. Öğrenciyi bir çırpıda açık ilimden, en ince, gizli ilme, veya en gizli, zor, karmaşık ilimden en açık ilme geçirmek doğru değildir. Burada doğru olan yol, bu ilimlerin tedricen ve talebenin istidadına uygun şekilde işlenmesidir. Hoca talebesinin istidadını çok iyi bilmeli, onun anlamayacağı, taşıyamayacağı bir ilmi ona öğretmemelidir. İlmi ehline öğretmelidir. Alimlerin tuttuğu yol da bu olmuştur. “Alimin ilmi anlamayacak olandan gizlemesi, ona öğretmesinden evladır”. Aynı şekilde ehli olmayana ilim öğretmek, büyük kötülük olduğu gibi, ilim tahsiline ehil olan ve istidatlı olana mani olmak daha büyük bir zulümdür. Alimlere ikisi de haramdır. Zira talebeye anlayamayacakları ilimleri öğretmek, hem ilimlerin bozulmasına hem de onların iyi yetişmelerine mani olur, onların inançlarının bozulmasına yol açabilir. Zira, “Yarım fakih ile yarım tabipten Allaha sığınırız. Zira ilki dini, ikincisi bedeni ifsat eder” demişlerdir. Dolayısıyla ilim ne ehli olandan gizlenmeli, ne de layık olmayana öğretilmelidir.” Bu düşünceler irdelenmeye muhtaçtır. Zira, “insanlarla akılları yettiğince konuşun” hadisi şerifinin işaret ettiği gibi hocanın talebesinin anlama kavrama kapasitesine göre içerik seçmesi doğru bir yaklaşımdır. Lakin ilmin ehil olmayana öğretilmemesi konusu ayrıca açıklanmaya muhtaçtır. Burada ehil olmayanla kastedilen kişi kötü ahlaklı kişi olmasa gerektir. Zira böyle bir kişi ilimle tanışmayacaksa, kötülüklerden uzaklaşıp, nasıl ihlas yoluna girebilecek? ahvalini düzeltebilecek?, ahlakını güzelleştirebilecektir? Yukarıda da ifade edildiği üzere, burada ilimde ehil ve layık olanların öncelenmesi ve ilmin zayi olması kaygısının öne çıktığı savunulabilir.

Hocanın sözü özüne, anlattıkları işine ve yaşantısına muvafık olmalı, talebesinden yapmasını istediği şeyleri öncelikle kendisi yapmalıdır. Ancak böyle olunca sözlerin tesiri olur, aksi halde sözleri talebesine tesir etmez, etrafındakiler ondan uzaklaşırlar. İnsanların çoğu taklid ehli olduğundan söyleyenin sözüne ve yaşantısına bakarlar. Zira, toplumda “Söyleyene değil, söylenene bak!” sözünün anlamına vakıf olanlar çok az bulunur. Bir doktor kendisi de aynı hastalıktan muzdarip olduğu halde, başkasına ilaç önerir, kendisi bu ilaçlardan almazsa hastalıktan kurtulamaz. Böyle bir adamın sözü, akılsızlığına yorulur, alaya alınır ya da cahil biri olarak görüldüğünden sözleri ciddiye alınmaz. Dolayısıyla insanlar ilmiyle amil olmayan bir alim! görürlerse ona yalancı, riyacı, ya da hileci (belli ki, kendini kurtarmanın yollarını biliyor) diyerek onun hakkında su-i zanda bulunabilirler. Taşköprülüzâde’ye göre, değnek eğri ise gölgesi doğru olmaz, tıpkı bunun gibi, alimin amel defteri ibadetler ile nakş olmazsa, onun sözleri de toprak ve kül gibi değersiz olur. Alimin bir konuda yaptığı bir günahın suç ve cezası, cahilin yaptığı günahtan çok daha fazladır. Zira alim bir konuda günah işler ve bu bilinirse, cahiller de bu konuda ona uyarlar ve onların bu konuda işledikleri günahtan alime de yazılır. 

Bu noktada, âlimler bir takım hataları, kusurları, günahları olsa dahi bunları gizlemeleri gerekir. Yine de âlime yakışan şey büyük, küçük demeden her türlü günahtan kaçınmaktır. O uyarılarına şöyle devam eder: Bazı hocalar da vardır ki, farzları yerine getirdikleri halde sünnetlerde gevşeklik gösterirler, nafileleri terk ederler, hatta ilimle meşgul olmak nafilelerden üstündür deyip uzun uzun anlatırlar. Böyle bir anlayış kişiyi önce sünnetten, sonra farzlardan soğutur, kişinin kalbinde şüpheler doğurur ve sonu helak olur. Bunun için alime lazım olan verâdır. Verâ sahibi alimin çevresindekilere ilmi tesirli olur. Bir de alim kişi taassuptan uzak olmalıdır. Zira bazı kimseler farklı mezhep imamlarını tenkit etmekte, hatta tekfir etmektedirler. Oysa ehl-i kıbleden birisine küfrü sabit olmadıkça kafir denemez. Biz kişinin hangi halde ruhunu teslim ettiğini bilmediğimizden onlar hakkında sukut etmemiz en doğrusu olur. 

Bu vazife, ders ve fetva vermek, kadılık yapmak ve tezkir vaaz konularını içermektedir. Öncelikle dersin adabı, eğitimde gazap anında öfkeyi yenmek, öğrenciye kızmamaktır. Ayrıca hoca derse şaka, eğlence, oyun gibi şeyleri de karıştırmamalıdır ki, Allah unutulmasın, talebenin kalbi ölmesin. Bununla birlikte, hoca derslerinde, hilm, sabır, vakar rıfk ile muameleyi şiar edinmelidir. Bazı durumlarda sözü makbul görülmezse, bunu büyütmeyip, “Benim görevim tebliğ ve irşattır. Hidayet ve Tevfik Allahtan’dır” demelidir. Diğer taraftan hoca talebesinin anlayışını imtihan edebilir, onların ilim hırsındaki mertebelerini ölçebilir. Hoca talebelerinde ilerleme görürse daha çok itina etmeli ve onların yükselmesi için çaba göstermelidir. Bir öğrencinin zihni yeteneklerini, ilme yatkınlığını üç yıl ölçmelidir. Onda bir yetenek görürse, en son ihtimamı göstermeli, farz ve sünnetleri öğretmeli, nafile ibadet ve taatleri yerine getirmesini emretmelidir. Hoca, fakir ve kimsesiz olan talebelerine daha yakın olmalı, onların ihtiyaçlarını karşılamada yardımcı olmalıdır. Sürekli sorular sorarak, muteriz olan, hata ve yanlış araştıran kişilerin suallerine cevap vermemelidir. Öğretmen bilmediği meselelerde soru sorulduğunda “bilmiyorum” demelidir. Zira İmam Malik (ra) büyük bir müctehit olduğu halde, 40 mesele soruldu da, bunların 36’sına “bilmiyorum” cevabını vermiştir.

Hocanın yeme-içme ve giyim kuşamda ölçülü olması gerekir. O tatlı şerbetlere, lezzetli yemeklere, gösterişli kıyafetlere düşkün olmamalı. Bütün bu işlerde, itidalli ve iktisatlı olmalı, selefin büyüklerine benzemekle iftihar etmelidir. Bilinmelidir ki, mubahlara dalındıkça, onlara alışılır, onlarla halleninilir, bu durum o kişide alışkanlık haline gelir. Mubah olan şeyler ile süslenmek haram değildir, ancak âlimin azla yetinmesi onu Hak tealaya daha yakın kılar. Ayrıca, alimin sadece haramlardan değil, şüpheli olanlardan da uzak durması, rızkını yetecek kadar olmak koşuluyla, her daim helal yoldan kazanması gerekir. Taşköprüzâde burada âlimin evinin, yiyecek ve giyeceğinin ölçülerinden bahseder. Ayrıca âlimin hangi durumda evlenmesinin farz, sünnet olduğunu anlatır. Örneğin, Ebu Hanife’den atıfla, ilim yolcusunun ilim öğrendikten ve helal yoldan kazancını temin ettikten sonra evlenmesinin daha uygun olacağını söyler. İlim esnasında başka ticaretle uğraşma, evlenip çoluk çocuğa karışma gibi meşguliyetlerin ilim önünde engeller oluşturabileceğine dikkat çeker.  

O’nun ilmî çalışmanın, öğrenmenin vakti konusundaki görüşleri de kısaca şöyledir:

Âlim, tan vaktinden tan vaktinden kuşluk vaktine kadar ilimle meşgul olmalı, tefekkür etmeli, ilim öğrenmek isteyenler için ders vermeli, dini, ilmi müşkülleri olanlara yardımcı olmalı, bu vakitler zihnin en saf, meşgalesiz, dinç olduğu saatlerdir. Kuşluk vaktinden ikindiye kadar ilmi konuları müteala edebilir, eser yazabilir. Alim, yemek, uyku, namaz için ara verebilir. Yine ikindi vaktinden akşam vaktine yaklaşana kadar meclisinde okunan ilimleri dinlemesi uygun olur. Gün batımında istiğfar ve tesbihle meşgul olmalı, gecesini imam Şafinin tavsiye ettiği gibi, üçe bölmeli, bir kısmını ilmi faaliyete, bir kısmın namaza, bir kısmını ise uykuya ayırmalıdır.

Taşköprülüzâde burada ayrıca hocaların vazifeleri arasında fetva vermenin edeplerini, müftü olmanın şartlarını, kadılığın edeplerini, vaaz etmenin edeplerini çeşitli boyutlarıyla geniş bir şekilde ortaya koyar. Buradan da anlaşılacağı üzere, Osmanlı uleması sadece medresede müderrislik yapan biri değildir. O, yerine göre bir kadı, yerine göre bir müftü, yerine göre bir vaiz, yerine göre bir mürşittir. Taşköprülüzâde öğretmenin vazifeleri başlığı altındaki bu maddede, bütün bu rolleri üstlenecek bir öğretmene düşen vazifeleri detaylı bir şekilde ortaya koyar. Bu anlamda, klasik dönem Osmanlıda bir müderrisin toplumun çeşitli sorunlarına muttali ve bunların çözümü ve toplumun ihyası için uğraşan bir alim olması gerektiğini gözler önüne serer.

Öğrenci

Taşköprülüzâde ilim öğrenmek isteyen kişinin yani öğrencinin sahip olması gereken vasıfları ve bu yolda ona düşen vazifeleri ayrı başlıklar altında ele alır. Ona göre, talebe herhangi birisi değildir. İlim talebesi, ilim öğrenmek için bir takım vasıflara sahip olmalıdır. En başta, ilme niyet eden kişi, taze, civan, sahih mizaçlı, sözünde sadık olmalı, dünya lezzetlerine iltifat etmemelidir. Aynı zamanda bu kişi insaflı, adil, mütedeyyin, emin, vacibat-ı şer’iyyeyi ihmal etmeyen, zamanındaki meşru geleneklere uygun davranan, merhametli biri olmalıdır. Gayri ahlaki davranışlardan uzak durmalı, ahlak-ı hamide ile muttasıf olmalı, yemek düşkünü olmamalı, ihtiyacından fazla şey biriktirme sevdasında olmamalı, ki bu, tefekkür ve ilim tahsilinden insanı alıkoyar. Taşköprülüzâde, öğrenciye düşen vazifeleri on maddede altında toplamaktadır ki yine bunların içeriğinde de çoğunlukla öğrencinin kişiliği ve ahlaki özellikleri ile ilgili olan hususlar göze çarpar.

Talebe nefs hanesini rezil ahlaktan arındırıp, güzel ahlak ve iyi huylar ile tezyin etmelidir. Bu vazife çok önemlidir ve diğerleri bundan sonra gelir. O’na göre nasıl ki beden temizliği namaz için ön şartsa, kalbi kötü huylardan arındırıp güzel ahlakla süslemek de ilmin ön şartıdır. Zira kalbin ibadeti ilimdir. Nasıl ki, Hz. Peygamber (sav) “içinde köpek bulunan eve melek giremez buyurmuşsa” nazargah-ı ilahi olan kalpte, kötü ahlakın pislikleri, kötü huylar bulunduğu müddetçe, böyle bir kalbe de melekler girmez, böyle bir kişi ilimdeki maksada ulaşamaz. Burada Taşköprülüzâde ilginç bir örnek de verir. Geçmiş milletlerden ve hukemadan nakledildiğine göre, “ilim talebesi önce ahlak bakımından imtihan edilir, kötü ahlak ve huyları varsa ilim öğrenmekten men edilir, ahlakı güzelse onu mektebe alır, ilmi ikmal etmeden onu buradan göndermezlerdi.” Buradan anlaşıldığı üzere, Taşköprülüzâde’ye göre bir kişinin ilim talebesi olması için daha işin başında temiz vasıflara sahip olması gerekir. 

Talebe, ilim yolculuğunun uzun, korkulu ve zorluklarla dolu olduğunu bilip, başarıya ulaşmak için her daim ihlaslı ve iyi niyetli olmalıdır. “Herkesin eline geçen niyetince” fehvasınca, talebeye yakışan da Allah rızası için ilim tahsil etmektir. Talebe, cahillere öğrendiklerinden öğretmeli, gafilleri uyandırmalı, zayıf inançlı, ibadetli olanları kuvvetlendirmeli, dalalette olanları irşad etmeli, onların hidayete ermeleri için gayret etmelidir. Yine O’na göre, talebe vera sahibi olmalıdır. Zira ilmin asıl faydası, ibadet ve güzel ameldir. Kendisi yaşamadığı halde, ilmi Allah’tan başkası için öğrenmek bâtıl, boş, faydasız bir uğraştır. İlmi olup da vera ve takvası olmayan kişinin ilmi onu ancak Allah’tan uzaklaştırır. Taşköprülüzâde bu konuda şöyle bir hadis nakleder: “Biri kalpte olan ilimdir ki bu faydalıdır. Diğeri dilde/ sözde olandır ki, faydasızdır. Böyle ilim insanoğlunun hüccetidir. Yani bu ilim kıyamet günü sahibi hakkında şahitlik edecek, ben size ilim verdim, hakikati gösterdim, siz niye hak yoluna gitmediniz? Nefs ve şeytana uydunuz? Denildiğinde onun aleyhine şahitlik yapacaktır.” İnsanlardan azabı en şiddetli olanı, ilmiyle amel etmeyen kimsedir. Onun ilmi yağmurun mermer üzerinde kayıp gitmesi gibi, insanlara etki etmez, onların kalbine inmez. Taşköprüzde burada kendi hayat hikayesinden de örnek verir ve şöyle der: “Ben babamdan işittim o bu durumun böyle olduğunu tecrübe ettiğini söyledi” O burada şu hadisi de nakleder: “Dört şey için ilim tahsil eyleyen cehenneme girer: Diğer âlimlerle atışmak ve ilmiyle övünmek için, sefih/kıt akıllı kimselerle münakaşa etmek için, diğer insanların kendisine izzet, ikram etmesi için, mal kazanmak için.” O, burada bir de şu hususa dikkat çeker: Şeytanın hilelerinden ve nefsin aldatmalarından birisi de, ilim talebesine, ilim öğrenince, ameli az yaptırmak veya ihmal ettirmektir. Talebe böyle vesveselerle, amelleri ihmal eder, geciktirir. Oysa ölüm her an gelebilir. 

Nefsi aşağılamak ve dünyaya olan muhabbetini ve alakalarını azaltmaktır. Hatta talebenin memleketine, ailesine, çoluk çocuğuna da meyli az olmalıdır. Bu tür bağların, yakınlıkların çokluğu zihni, kalbi sürekli meşgul edeceğinden asıl maksada ulaşmaktan öğrenciyi alıkoyar. Ahzab suresinde “Allah bir insanın içinde iki kalp koymamıştır.” (Ahzab/4) buyrulmuştur. Dolayısıyla kalp sadece bir şeyle meşgul olmalıdır. İnsan kendini (zihnini, zamanını, meşguliyetini) tamamen ilme vermedikçe, ilim ona bir cüz’ünü (kısmını) vermez. Dağınık fikirler küçük bir ırmak gibidir. Bu ırmaktaki su bazen toprağa karışır, bazen buharlaşır, asıl maksat olan tarım arazisini sulamadan biter gider. Dolayısıyla ilim yolunda zihni meşgul eden farklı şeylerle uğraşmak, dağınık fikirli olmak, ilimde derinliğe ve bütüncül bir kavrayışa ve birikime mani olur. 

Talebe ilme derin bir iştiyak duymalı, bu yolda tembellik ve uyuşukluk göstermemelidir. Demişlerdir ki, “Sahib-i kesel, cem’i asel idemez” yani, “Tembel olan bal toplayamaz”. Bunun için ilim yolunda yücelmek, yüksek fikirlere ulaşmak isteyen kişi, geceleri ihya etmeli, taat ve ibadet etmelidir. İlim yolcusu bilmelidir ki fırsatları kaçırmak üzüntü ve elem getirir. Bunun için talebe ömrünün sonuna kadar ilim öğrenmelidir.76 Zira Hz. Peygamber (sav) “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” buyurmuştur. Hatta talebe bir saat bile bu yoldan ayrılmamalıdır. Zira kölenin her daim efendisine hizmetten başka bir meşguliyeti olmadığı gibi, talebenin de bir saat bile olsa bu vazifeden ayrılmaması gerekir. Çünkü ilimsiz geçen bu bir saat büyük bir zayiattır. Kur’an da “Rabbim ilmimi artır.” (Taha/114) ve “Her ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır.” (Yusuf/76) denilmesi, ilimde gayretin bir sınırının olmadığını göstermektedir. Burada Taşköprülüzâde’nin talebeye önerdiği metot şudur: Talebe bir ilimle meşgul iken yorulursa, boşluk bırakmamalı, diğer bir ilimle meşgul olmalıdır. Ömrünün bir daha ele geçmez olan bu genç ve dinç zamanları boşa geçirilmemeli, akşamla yatsı arasını, sabahın erken saatlerini iyi değerlendirmelidir. 

Talebeye düşen bir diğer vazife de hasebi, nesebi pak, takva ve vera sahibi olduğu aşikâr, başka meşguliyetleri olmayan, hep güzel ve faydalı konuşan, insanlar arasında bütün bu özellikleriyle bilinen meşhur bir üstat (hoca) seçmektir. Seçilen üstadın devlet ricaline meyli, yakınlığı olmamalı, dünyalık sevgisi olmamalıdır. Talebe bilmelidir ki, eğer kişinin hocası alim ve celil ise, talebesinin de yücelmesine vesile olur. Talebe böyle bir üstadını seçmek için gerekirse uzak memleketlere bile gitmelidir. Zira Hz. Musa (as) da Hızır (as)’ı aramak için yollara düşmüştür. İlimde talebeden önce üstadını anarlar, kişinin üstadı bilinen birisi olursa bu talebenin de yüksek bir dereceye sahip olduğuna yorulur. Meşhur hoca olmaktan maksat ilmini herkese açmış, ilimdeki derinliği herkesçe bilinen ve salih kabul edilen kişi demektir. Değilse şan, şöhret sahibi olma anlamında değildir. Böyle bir alimden yetişen kişinin fikirleri daha sahih, itirazlara karşı daha güçlü, daha sağlam ve faydalanmaya değer olacağı anlamındadır. Talebeliğin edeplerinden birisi de, kendisine bir harf öğreten hocasına ömrü boyunca minnet, şükran, ihtiram içinde olması, gizli aşikar ona duaya devam etmesidir. Talebe bilmelidir ki, bir kimseden hocası incinse bu kimse ilmin bereketinden mahrum ve zelil olur, ilminden pek az fayda bulur. Üstat dinde mübah olan şeylerden ne emrederse itiraz ve muhalefet etmemeli, hocanın rızası gözetilmelidir. Allah’a isyandan başka işlerde hocanın emrine itaat etmelidir. 

Taşköprülüzâde’ye göre, talebeliğin edeplerinden birisi de hocası bir yere gitmek için kalktığında, talebenin de ayağa kalkmasıdır. Talebe onun bulunduğu yerde ondan izinsiz konuşmamalı, konuşunca sözü uzatmamalı, hocasını sıkıntılı görürse ona sebebini sormamalıdır. Zira, Rasulullah (sav) vaaz verirken, onlara gevşeklik ve sıkıntı gelmesin diye daima ashabının hatırını gözetir, onların gönüllerini alırdı. Öğretirken bu kadar hak gözetme, nazik davranma olursa, öğrenirken de böyle olacağı aşikardır. Taşköprülüzâde burada bir de şöyle bir özeleştiri yapar ve zamanın eğitim anlayışlarını sorgular. “Ey kardeşim bunları anladıysan insaf ile tabiat aynanı garaz tozlardan temizle ve çevrene şöyle bir bak, şimdi ilme, âlimlere, meşayıh ve fazıllara hürmetten bir şey kalmış mıdır? “Eğer bu zamanda böyle bir âlim kalmadı, şimdiki alimlerin saygı ve hürmete layık olmadıklarını büyükler de çocuklar da biliyor” dersen, cevabımız o dur ki; dediğin doğru ve bilinen bir şeydir. Lakin onları kusurlu görmek ve bunları ilme bahane saymak doğru değildir. Onlar büyük alim gibi olmasalar da eksiklerini gidermek kendilerine düşer. İlme muhabbet, ilimle meşgul olanları sevmeyi gerektirir. Yoksa sen ilmi sevenler zümresinden sayılmazsın.” 

Burada da görüldüğü üzere, Taşköprülüzâde, hoca-öğrenci ilişkisini baba-evlat ilişkisinden de üstün görmekte, öğrencinin hocasıyla olan münasebetlerinde dikkat etmesi gereken temel ilkelere dikkat çekmektedir. Bu anlamda o hocayı manevi bir makama yerleştirmekte, hoca-talebe ilişkisini manevi rabıta gibi görmektedir. 

Öğrenci her bir ilim ve fen dalından bir şeyler öğrenmeli, bunların hiç birini terk etmemeli, her ilmin gaye ve yolunu bilmelidir.79 Sonra ömrü ve sebepler elverdiği ölçüce bu ilimleri tek tek derinlemesine öğrenmeye gayret etmelidir. Zira her bir ilim bir birine yardımcı, bazısı bazısına çok yakındır. Talebe burada bal toplayan arı gibi olmalıdır. Ancak, o bir ilmi derinlemesine öğrenmeden diğerine geçmemelidir. Eğer birini tam öğrenmeden diğerine ihtimam ve rağbet gösterirse, aralarında karışıklık çıkabilir, talebenin zihni karışabilir, sonuçta, ikisinden de mahrum olabilir. Böyle olmak kişiyi ilimlere düşman da yapabilir. Zira insanlar bilmediklerinin düşmanıdırlar. Faziletli bir kadıdan şöyle bir haber anlatılmıştır. O yaşı ilerlemesine rağmen hendese, geometri ile uğraşıyordu. Sebebini sordular, “Gördüm ki faydalı bir ilimdir, şekilleri birçok zorluk ve sualleri çözmektedir. Onu bilmezsem ona düşman olurum diye korktum” demiştir. Burada da görüleceği üzere, Taşköprülüzâde ilim öğrenme konusunda mutaassıp olmanın yanlışlığını gözler önüne sermekte, bu konuda bizlere çarpıcı uyarılarda bulunmaktadır. Bu bağlamda O’na göre, talebe hiçbir ilmi küçümsememeli, cahillerin sözüne kulak asıp, ilimlerden geri durmamalıdır. İlmi olgunluk bunu gerektirir. Talebe en önemlisinden başlayarak imkan ölçüsünde tüm ilimleri öğrenmeye çalışmalıdır. Ancak dine uymayan ilim elbette kötüdür. Ancak, kişinin şeriata uygun düşen, dini ve imanı kuvvetlendiren felsefi ilimlere bakması helaldir. Felsefe mantık, gibi ilimler bir dereceye kadar tahsil edilmeli, ömür bunlarla tüketilmemelidir. Burada Taşköprülüzâde bu tür ilimlere tamamen karşı çıkmamakta, bunların dini ilimlerdeki faydası nispetince uğraşılmasını önermektedir. Ayrıca O’na göre, bunu da ilimde belli bir noktaya gelmiş, ihtisas sahibi öğrenciler yapmalıdır. 

Talebe, kendisi gibi talebe olan akranlarıyla müzâkere, mübâhese ve münâzara” etmelidir. Nitekim ilim bir fidandır. Onun sulanması, serpilip büyümesi, müzakere ve tedris iledir. İnsaf ve doğruluk ile gerçekleştirilen münazara ve tartışma kuru bir tekrar ve mütalaadan hayırlıdır. Hatta bir saat münazara, bir ay mütalaadan hayırlıdır. Ayrıca “Teemmül et ki, idrak edesin” denilmiştir. Talebe ilimde derin düşünmeye kendini alıştırmalıdır. Zira ilimdeki incelikler ancak derin düşünme ile sezilebilir. Ayrıca talebe konuşmadan önce düşünmeli, ne söyleyeceğini iyi bilmelidir. Zira söz ok gibidir, geri gelmez. 

Talebe bugünün işini diğer güne bırakmamalı, vazife ve sorumluluklarında ihtimam göstermelidir. Her yeni gün yeni meşguliyetler getirir. Bunun için “işleri beceremeyen ve kusurlu olanların günü yarınki gündür” demişlerdir. Ve yine gayret ve himmet talebeyi olgunluğa götüren iki kanat gibidir. Ebu Hanife’nin, imam Ebu Yusuf’a “Sen pek zeki değildin, dersimize devamın ve vazifelere olan gayretin seni bu tehlikeden kurtardı.” dediği rivayet edilmiştir. Gevşeklik ve tembellik kötü bir vasıftır. Talebe ilmin şerefinin manasını, her ilmin derecesini, istidlâlî ilimlerde delil ve ispatların kuvvet derecesini de iyi bilmelidir.  

(…)

Bu yazı, Doç. Dr. Mehmet KORKMAZ’ın “Taşköprülüzade’nin Eğitim Felsefesi” adlı makalesinden alınmıştır.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Mehdi İttihad-ı İslâm Ordularının Başkomutanı

MEHDİ İTTİHAD-I İSLAM ORDULARININ BAŞKOMUTANI... (BEDİÜZZAMAN, EL: 266) Öncekiler, “Ettekrarü ahsen, velev kâne yüz seksen” …

Kapat