Tevekkül Üzerine

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Prof. Dr.Alaaddin BAŞAR

Tevekkül, sözlükte “birisini vekil edinmek, işini ona bırakmak,, işi başkasına ısmarlamak” gibi manalara gelir. Kavram olarak ise tevekkül, “Bir sonuca alaşmak için gerekli olan sebeplere teşebbüs ettikten sonra başarıyı Allah’dan beklemek, Onun takdirine razı olmak.” demektir. 

Müslümanın tevekkül anlayışını en veciz biçimde ifade eden şu Hadis-i Şerifi beraber okuyalım: “Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir.”

Ve Risale-i Nur’da geçen özlü bir tevekkül tarifi: “Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek ve esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hakk’dan bilmek, neticeleri O’ndan istemek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.” (Sözler)

Müslüman, dünya hayatını daha güzel imkânlarla ve daha rahat bir şekilde geçirmek için gerekli sebeplere tam olarak teşebbüs eder, ama şunu da çok iyi bilir ki, “Bu dünya zevk ve lezzet yeri değil, ancak imtihan meydanıdır ve âhiretin tarlasıdır. İmtihanda, tarlada, sıkıntı vardır. Ferah, imtihan ötesi ve hasat sonrasıdır.” Bunun için dünyanın musibet ve sıkıntılarına karşı psikolojik olarak bir ön hazırlığa sahiptir.

O, herkesi misafir ve her şeyi geçici bilir. Hiçbir hâdiseye olduğundan fazla kıymet vermez. Ve ömrünü huzur içinde geçirir.

Gerçekten de tevekkül en büyük bir huzur kaynağıdır. İnsanın önünde çok menziller var. Kabre girmeden önce çoğu zaman, hastalıklara, musibetlere, çaresizliklere, ihtiyarlığa da uğrar. Bütün bu safhalarda insan tevekkülsüz yaşayabilir mi?

Bir hasta, muayene olma ve ilâç alma safhalarından sonra şifa bekleme dönemine girer. Doktoru da yanı başında onun iyileşmesini beklemektedir. Bu ikili bekleyiş Allah’a tevekkülden başka bir şey değildir.

Tevekkül, hastalığa olduğu gibi, ihtiyarlık mevsimi ile insanın yüzüne daha fazla vuran, ölüm habercisi soğuk rüzgârlara karşı da en sağlam zırhtır. Bundan mahrum olanların tenleri hangi cins kumaşla sarılı olursa olsun, canları her an iğnelenmekte, huzurları daima zedelenmektedir.

Mümin, sebepler dünyasında yaşadığının, ekmeden biçemeyeceğinin şuurundadır. Bunun yanında toprak zerrelerinin insanı tanımaktan onu merhamet etmekden çok uzak olduğunu ve gıda maddelerini yapacak ilme, kudrete ve iradeye de sahip bulunmadıklarını da çok iyi bilir.

Sebeplere teşebbüs ettikten sonra Allah’a tevekkül eder. Zira ağaçtan meyve topraktan hububat ve topyekûn kâinattan insan süzüp çıkaran O’dur.

Sebeplere teşebbüs etmemeyi Allah’ın bu kâinatta koyduğu fıtrat kanunlarına isyan olarak değerlendirir. Ama, neticeyi sebeplerden değil, Allah’dan bekler; duasını, niyazını, şükrünü ancak O’na yapar.

Peygamberimiz (asm.), “Senin en büyük düşmanın nefsindir” buyuruyor. Bu ikazın ışığında şunu hemen söyleyebiliriz: Biz bu en büyük düşmanımıza karşı, Rabbimize en azim bir tevekkülle sığınmak mecburiyetindeyiz.

En büyük düşmanımız nefis ve onun teşvik edicisi Şeytandır. Önümüzde, dünya sevgisi, mahlûkata güvenme, makam sevgisi, desinler, demesinler, kibir, gurur, hırs, tamah, haset, gıybet, iftira… herbiri nice ruhları yaralamış, nice imanları götürmüş korkunç dalgalar var.

Bu dalgaları aşmak için Allah’ın emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınmayı müteakip, ellerimizi Dergâh-ı İlâhî’ye açıp, O’na dua etmek, O’ndan yardım dilemek ve yalnız O’na tevekkül etmekten başka bir çaremiz var mı?

Tevekkül, bütün canlıların hatta cansızlar âleminin de yaratılışlarında var.
Toprağın altında bekleşen tohumlar, yumurtalarını uzak denizlere bırakıp geri dönen balıklar, rızık kaygusuna düşmeden ve doğum kontrolu hesabına girmeden yavru yapan hayvanlar ve nihayet yollarını bilmeden süratle dönen gezegenler birer tevekkül sahnesi sergiliyorlar.

Başta da işaret ettiğimiz gibi, tevekkül yüksek bir haslet, ulvî bir seciyedir. İnsan ruhu için ayrı bir terakki vesilesidir. Kul ile Rabbi arasında manevî bir rabıtadır.

Allah’a tevekkül eden insan, kalben O’na teveccüh etmiş demektir. Bu teveccüh, başlı başına bir salih ameldir, bir ibadettir. İstenen dünyevî maksat gerçekleşsin veya gerçekleşmesin, uhrevî mahsûl alınmış; ruh, huzurun zevkine ermiş, Allah’ı anmanın safâsını sürmüştür.

Allah’ı zikretme, yâni O’nu hatırlama, yâd etme sadece bildiğimiz ibadetlere mahsus değildir. Sabır, teslim, rıza, havf, reca da ayrı birer zikirdirler. Tevekkülü de böyle ulvî bir zikir olarak kabul etmek gerek.

Tevekküle karşı çıkanlar, nefislerine itimad ederler, Allah’ın lütfunu, yardımını, keremini hiç düşünmezler. O’nun mülkünde yaşadıklarından ve varlık adına her neleri varsa, hepsini O’nun bahşettiğinden gafildirler. Bedenlerindeki her hücrenin ve kâinattaki her sistemin İlâhî iradeyle terbiye edildiğini unuturlar.

Aslında bu kişiler, âlemlerin Rabbine bilmeyerek de olsa itimad etmekle hayatlarını endişesiz sürdürürler ve bir nevi tevekkül içinde yaşarlar. Yatağa girip gözlerini kapadıklarında kendilerini ve çevrelerindeki bütün eşyayı mutlak bir iradeye teslim etmekle rahatça uyuyabilirler. Yemek yedikten sonar sindirim faaliyetlerini hiç düşünmez kendi işlerine bakarlar. Ama tevekkülden bahis açıldı mı hemen enaniyetleri kabarır ve bu ulvi meziyete şuursuzca karşı çıkarlar.

Allah’a tevekkül etmeyen insana, bütün ihtiyaçlarını kendi gücüyle karşılayabileceği ve yine bütün düşmanlarını da o aciz kuvvetiyle etkisiz hale getireceği vehmine kapılar. Böyle bir kişiye soralım:

Zelzele olmasın diye yerin derinliklerine sağlam kazıklar mı çakacaksın?

Başımıza yıldızlar yağacak olsa yer ile gök arasına sedler mi kuracaksın?

Yağmur “gelmiyorum” dedi mi, denizi buharlaşıracak ve o buharları rüzgâra yükleyip muhtaç beldelere sevk edecek bir gücün mü var?
İhtiyarlığa ve ölüme durun diyebiliyor musun?

Işığı azalmasın diye güneşe yakın mı ihraç edeceksin? Ondaki kara lekeleri sulu boyayla gidermeyi mi plânlıyorsun?

Arz küremiz arıza yapsa, aşağı inip arkadan itekleyeceğini mi sanıyorsun?

Korkusunu yenmek için, karanlık sokaklardan şarkı söyleyerek geçen bir çocuk psikolojisi içinde, ölüm korkusunu kahkahayla boğmaya mı çalışıyorsun?

Mü’minin ruhu bütün ve benzeri gülünçlüklerden arıdır, temizdir, sâfidir. Çünkü o, kul olduğunu bilir. Bütün âlemleri Allah’ın terbiye ettiği inancını taşır. Bütün mülk âleminin yegâne maliki olarak Allah’ı tanır. Onun izni olmadan kimsenin ne zarar ne de fayda vermeye güç yetiremeyeceğine inanır. Kendine düşen görevleri eksiksiz yerine getirdikten sonar, bütün sonuçlar için Rabbine tevekkül eder. Onun takdirini rıza ile karşılar. Bu tevekkül ve teslim şuuruyla daha bu dünyada iken manevi bir cennet hayatı yaşar.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Önceki yazıyı okuyun:
33 Hadis

Yadigâr 33 Hadis Bismihi Sübhânehu Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 3. Defa girdiği Afyon Medrese-i …

Kapat