Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Bediüzzaman'ın Talebeleri / Bediüzzaman'ın Yakın Talebeleri / Üç Edip ve İki Âlimin Kaleminden Âtıf URAL Ağabey

Üç Edip ve İki Âlimin Kaleminden Âtıf URAL Ağabey

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

DURSUN GÜRLEK

Gazeteci yazar Dursun Gürlek bir biyografi ustasıdır. Kendine has akıcı üslubu ile 29 Mart 1998 tarihinde, Âtıf Ural’ı şöyle anlatmıştır:

Hakikat Kahramanı Âtıf Ural

Eski kitap âşıklarının öyle garip merakları vardır ki, bu özelliklere sahip olmayanların onları anlaması mümkün değildir. Mesela, cildinin güzelliğinden veya baskı tarihinin eski oluşundan dolayı aynı kitaptan bir tane daha almak bunlardan biridir. Benim de kütüphanemde böyle mükerrer eserler bulunmaktadır.

Bu özelliklerinden dolayı ikinci bir daha aldığım ve zaman zaman kendine bakarak gözlerimi dinlendirdiğim eserlerin en önemlilerinden biri de Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin “Sözler”idir. Risale-i Nur Külliyatının baş tercümanı olan bu eseri bana birkaç defa aldıran sebep, sadece yukarıda belirttiğim hususiyetlerden ibaret değildir. Onu bu kadar ilginç hale getiren unsurlardan biri de kapağının iç kısmında bulunan şu ibaredir: “Neşreden Hukuk Fakültesi Talebesi Âtıf Ural.”

Bundan yaklaşık otuz yıl önce Sözler’i Ankara’da ilk defa matbaada bastıran Âtıf Ural, kelimenin tam anlamıyla, meçhuliyet perdesinin altına gizlenen bir hakikat kahramanıydı. O yıllarda Ankara Hukuk Fakültesinde okuyor, bir yandan da Risale-i Nurların neşriyle meşgul oluyordu. Hatta fakültenin üçüncü sınıfındayken sırf bu hizmet için beş sene ara vermişti.

Hemen belirtelim ki o yıllarda İslamî neşriyatla uğraşmak son derece netameli bir işti. Bu türlü faaliyette bulunanların yolu çile ve ıstırap ve meşakkatten geçiyor, hastanede veya hapishanede son buluyordu. Merhum Âtıf Ural işte böyle zor şartlar altında faaliyete başladı. O zamana kadar teksir makineleriyle çoğaltılan Risale-i Nur’ları matbaada bastırma şerefini kazandı. Burada açıkça dile getirmemiz gerekir ki, İslam tarihi boyuca en çok fütuhat yapan ve ammenin kabulüne mazhar olan bu eserlerin modern baskı tekniğiyle geniş kitlelere yayılmaya başlaması maneviyat okyanusunda büyük bir dalgalanma olduğu kadar, sosyolojik açıdan da incelenmesi gereken bir olgudur.

Âtıf Ural merhum böyle ciddi ve ulvî bir görevi üstlenirken Allah’ın rızasını esas tuttu. Azami fedakârlık gösterdi, büyük feragatle çalıştı. (…)

Davamızın meçhul kahramanlarından olan Âtıf Ural, ihlâs ve ciddiyet örneğiydi. Devletin mumunu kullanarak çalıştığı sırada arkadaşının selamını almayan, ancak kendi mumunu yaktıktan sonra dostuyla ilgilenen mü’minlerin emiri Hazreti Ömer gibi, Âtıf Ural da görevi başındayken başka hiçbir şeyle meşgul olmazdı. (…)
Mekânı Cennet olsun.

***

MEHMET ŞEVKET EYGİ

Tanınmış gazeteci-yazar Mehmet Şevket Eygi, Âtıf Ural’ı iyi tanıyanlardan birisidir. 10 Kasım 1993 tarihli Milli Gazete’de, kendi sütununda Âtıf Ural’ı şöyle anlatmaktadır:

Bir İhlâs Kahramanı

Rahmetli Âtıf Ural 50’lili yıllarda Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisiydi, ben de Siyasal’da okuyordum. Onu, birkaç arkadaşıyla birlikte kaldığı, Dikimevindeki küçük odada sık sık ziyaret ederdim… Şuurlu ve faal bir Müslüman’dı. Bediüzzaman Hazretlerinin muhlis ve fedakâr talebelerindendi. Risale-i Nur’ların matbaalarda basılmasına yeni yeni müsaade ediliyordu. Bu işi takip edenler içinde Âtıf da vardı. Birkaç kardeşle birlikte oturduğu oda çok küçüktü, eşyaları gayet mütevazı idi. Yerde bir hasır, kenarda üst üste yığılmış yataklar, Nur Risaleleri, ders kitapları, pompalı bir gazocağı, bir tava, bir tencere, bir çay takımı… Bir keresinde onu ve arkadaşlarını yemek hazırlarken görmüştüm. Ocağın üzerindeki tavaya yağ koymuşlar, kızgın yağın içine incecik bir iki sucuk dilimi atmışlar, bir de çay hazırlamışlardı. Katık gayet az olduğu için, ekmek lokmalarını yağa batırarak yiyorlardı.

Genç yaşta vefat eden Âtıf bir ihlâs kahramanıydı. Hizmetleri karşılığında karnını doyuracak kadar bile ücret almayı düşünmezdi. Sucuklu yağa batırılmış ekmek, açık çay ile kifâf-ı nefs eder, cebinde Risale-i Nur baskısına ayrılmış paradan, kendi maişeti için bir lirayı bile almayı düşünmezdi.

O zamanlar Risale-i Nur hizmetleri netameli bir işti. Polis baskısı, mahkeme tehdidi, bin türlü eza, cefa mağduriyet mevzubahs idi. Üstad Hazretleri hayattaydı, birlik ve beraberlik vardı, ben yoktu, sen de yoktu, biz vardı.

İlk nurcular iman, İslam, Kur’an, Şeriat, Sünnet, Ümmet hizmetlerini vesile edip iyi yemekler yemezler, güzel kıyafetler edinmezler, gösterişli dabbelere binmezler, makam ve mevki peşinde koşmazlardı. Allah’a ve ahirete dönük bir hayat sürer, ücretlerini mahlûkattan değil, Hâlık’tan beklerlerdi.

Zamane Müslümanlarının verdikleri mükellef ve muhteşem bir ziyafette Âtıf’ı hatırladım. Nur içinde yatsın.

***

SEZAİ KARAKOÇ

Ünlü Şair Sezai Karakoç, Âtıf Ural ile yaşıttır; Âtıf, Ankara Hukuk’ta okurken O da aynı dönemde Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde okumuştur. Bu okullar yan yanadır. Sezai Karakoç’un Âtıf Ural’la ilgili hatıraları, kurucusu olduğu ‘Diriliş’ dergisinin 1989, 44. ve 1990, 109. sayılarından alınmıştır.

Âtıf, ipekten yumuşak

(…) Osman Yüksel’e uğrama sebebiyle tanıştığım Ziya Nur (Aksun) ve onun arkadaşı Âtıf Ural, Hukuk Fakültesinde okuyorlardı. Risale-i Nur talebesi idiler. Ziya Nur, daha sonra Prens Sabahattinci, sonunda da Osmanlıcı oldu. Ve hastalığına kadar da öyle kaldı. Âtıf Ural sessiz bir arkadaştı. Risale-i Nur’dan yeni bir şey yazılmışsa, birkaç sayfalık teksirler halinde fakültedeki tanıdığı arkadaşlara dağıtırdı. Bana da birkaç kez getirdi. Sonra bir gece bizim fakültenin bulunduğu tepenin üst tarafında bir gecekonduda bir sohbete gittik Âtıf’la. Bediüzzaman’ın tanınmış bir yakını gelmişti. Her an polis basacak korkusu vardı gelenlerde. Ayakkabılarımızı holde bırakmış, kilimler üzerinde oturmuştuk. Âtıf Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra sanırım savcı muavini iken genç yaşta vefat etmiş. Çok temiz, samimi, mütevazı bir arkadaştı. (…)

(Diriliş, No 44, 19 Mayıs 1989)

(…) Evet, Zihni’den birkaç yıl sonra Sait de gitmişti. Daha önce, başka bir arkadaşı, Âtıf Ural’ı kaybetmiştik. Bu üç arkadaşın müşterek tarafı, samimiyet, hâlisiyet sahibi olmalarıydı. Sait’le Zihni, ayrıca hataları insanın yüzüne söylemek gibi bir özellik taşıyorlardı. Sert sayılabilirlerdi bir bakıma. Âtıf’sa çok yumuşak bir kişiliğe sahipti. (…)

Zihni Hızal’ın, Âtıf Ural’ın, Sait Mutlu’nun, buradan çok daha kesin bir varlıkla var olan bir yerde olduklarını gözlerimle görür gibi oluyorum. Biliyorum, onlar buradan çok daha iyi bir yerde, çok daha mutludurlar. Üzüntümüz onların hesabına değil, kendi hesabımıza.

İtiraf edelim ki onların varlığı biraz da bizi rahatsız ediyordu. Açıkçası, korkuyorduk onlardan. Suçlarımızı en çok onların yanında hatırlıyorduk. Sanki onlar, daha sağlıklarında bu dünyaya aid değillerdi. Öteki dünyanın burada temsilcileriydiler. Bize bu duyguyu ölüm mü veriyor? Hayır, ölüm olsa olsa, bizim gafletimizi bir parça aralıyor da gerçeği görüyoruz.

Âtıf, ipekten yumuşaklığıyla, hep iyiye bakışıyla, eksiklerimi görmezliğiyle, Zihni Hızal, zaruret halinde müdahaleleriyle, Sait ise, gram gram tartan dobra dobralığıyla, burada oranın ihtarcısıydılar. (…) 

(Diriliş, no 109, 17 Ağustos 1990)

MEHMED KIRKINCI

Merhum Mehmed KIRKINCI Hocaefendi

Mehmet Kırkıncı Hocaefendi Erzurum’dan çıkıp Isparta’ya, Üstad’a giderken Ankara’ya uğrar. Orada, Sözler Mecmuası matbaada tab edilmek üzere hazırlanmaktadır. Ankara’da gördüğü bir manzara onu çok etkiler. Mahrumiyet ve yoksulluk içinde üç-beş zeytinle kahvaltıda, bir tas çorba ile öğle ve akşam öğünlerinde gıdalanan, çelikten iradeli bir grup fedakâr gençleri hiç unutamaz… Bunlardan birisi de Atıf Ural’dır…

Mehmed Kırkıncı Hocaefendi bu müşahedelerini ve duygularını “Hayatım – Hatıralarım” adlı eserinde şöyle dile getirmiştir.

Arkasında namaza durduğumda dünyalar benim oluyordu

Ankara’ya indiğimizde Samsun’dan aldığımız adrese gittik. Burası, Üstad’ın birkaç talebesinin kalmakta olduğu iki odalı, küçük bir ahşap evdi. Bu ev, dizgi atölyesi olarak kullanıyorlardı. O günlerde, Sözler Mecmuası yeni harflerle, ilk defa basılıyordu. Onu müteakiben diğer eserler de basılacaktı. Gece gündüz nöbetleşe durmadan çalışıyorlardı. Yorgun düşenler, evin çatı katında yatıp dinleniyorlardı. Bizi de bu atölyede birkaç gün misafir ettiler. Bu müddet zarfında, Risaleler’de geçen Kur’an hattı metinlerin, bilhassa hadislerin tashihinde bizi de istihdam ettiler.

Üstad’ın bu fedakâr talebeleri mesailerini büyük bir mahrumiyet ve zaruret içinde sürdürüyorlardı. Sabahları, herkesin istihkakı ancak üç-beş tane zeytinle, üçer bardak çaydı. Öğle ve akşam yemekleri de ekseriye şehriye çorbasıydı.

Üstad’ın bu ihlâslı, sadık ve çelikten iradeli kahraman talebeleri Ankara’nın genç bir vaizi olan Said Özdemir ile Hukuk Fakültesi talebesi son sınıfta okuyan Atıf Ural ve Mustafa Türkmenoğlu idi.

Onları hep hayranlıkla seyrettim. Halleri bana büyük bir fedakârlık ve sadakat dersi verdi. İçlerindeki nuraniyet, yüzlerinde parlıyordu. Kalpleri temiz, idealleri yüceydi. Dudaklarında her an taze bir tebessüm vardı. Ahlak ve faziletin zirvesinde bu gayyur gençlerin her biri birer hayâ ve edep timsaliydi.

Onlar gece matbaaya gidiyorlar, sabah namazında gelip bizi uyandırıyorlardı. Namazdan sonra biraz daha yatıyorduk. Ama onlar yine bizden erken kalkıyorlardı. Namazları Atıf Ağabey kıldırıyordu. Çok babağiyit bir adamdı. Öyle bir namaz kıldırıyordu ki, başına bir kavuk takıp imamlığa geçtiğinde dünyalar benim oluyordu.

NUSRET KOCABAY ANLATIYOR

Mümtaz şahsiyet, kıymetli ilim adamı Ağrılı Nusret Kocabay hocaefendi gençliğinde tarikat ehli olarak halife olmuş, taç giymiş, müritleri olmuş bir şahsiyettir. Hocaefendi 1953’de Ankara’da askerliğini yaparken Risale-i Nur’u Atıf Ural vasıtasıyla tanır ve ondan çok etkilenir. O günden itibaren nur talebesi olarak bir nefer gibi hizmete başlar ve el’an devam etmektedir… Kendisine Atıf Ural’ı sorduğumda değişik bir hal aldı ve heyecan içinde şöyle cevap verdi:

Sadakat, sebat, metanet, uhuvvet, mahviyet hususunda ben onun gibi bir insan görmedim.

Atıf Ural’ı soruyorsun bana; ben onu nasıl tarif edeyim, tarifle onu anlatmak mümkün olmuyor. Yani sadakat, sebat, metanet, uhuvvet, mahviyet hususunda ben onun gibi bir insan görmedim… Onun hali bana mürşid oldu… Atıf Ural vasıtasıyla Risale-i Nur’u tanıdım, işte böyle nur kervanı ile devam etmeye çalışıyoruz, Cenab-ı Hak bizleri kabül buyursun. Mustafa Türkmenoğlu, Ziya Nur, Ziya Arun, İsmail Doyuk da vardı o zaman Ankara’da.

1953 ve 54’de Atıf Ural’la beraberdik. Ben o zaman askerdim Ankara’da. Cebeci’de Tuna Apartmanının zemin katında kalıyorduk. Soba ile ısıtılan bir daireydi, sobada talaş yakıyorduk. Bana evci kâğıdı yaptırmıştık, ben cumartesi öğleden itibaren Pazar günü öğleye kadar Atıf’ın bu dersanesinde kalıyordum. (…)

Kaynak: Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor – 4

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

“Bediüzzaman’a İlk Ziyaretimi Yeis İçinde Yaptım”

Merhum Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI anlatıyor: BEDİÜZZAMAN’A İLK ZİYARETİMİ YEİS VE BİTKİNLİK İÇİNDE YAPTIM Bediüzzaman …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
“Şefkat dolu bir örnek”

İnsanca yaşama ideali önündeki zorluklar söz konusu olduğunda, bu modern devrin eski devirlere kıyasla nasıl …

Kapat