Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Ulûhiyete ve Beşeriyete Bakan Cihetleriyle Nübüvvetin İmkânı ve Lüzumu

Ulûhiyete ve Beşeriyete Bakan Cihetleriyle Nübüvvetin İmkânı ve Lüzumu

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Ulûhiyete ve beşeriyete bakan cihetleriyle

Nübüvvetin imkânı ve lüzumu:                     

Öz

  • ’Ulûhiyet, risalet, âhiret ve kâinat arasındaki telazuma’ dayanan Nübüvvet hakikatinin, nev’-i beşerin dünyevî ve uhrevî hayatları açısından mahiyetinin ne olduğu,
  • Erkân-ı imaniyenin iki kutbu olan, ’Ulûhiyet ve risalet’ akidelerinin tefrik kabul etmez, tecezzi kaldırmaz ve kabil-i inkısam olmayan küllî oluşu,
  • Hiç bir şeye ihtiyacı olmayan Zât-ı Akdesin, ’irsal-i Rusül ve inzal-i Kütüb’ ile kendini tanıttırması ve bildirmesinin, itikad imamlarına göre vâcib caiz ve zaruretine dair olan, farklı içtihat ve hükümleri,
  • Tevhid ve Risalet’in aklen mi, yoksa naklen mi isbat edilmesinin daha öncelikli olduğu,
  • Peygamberleri tarihi şahsiyetler gibi değil de ‘şahsiyet-i maneviyeleri’ ile tanımanın ehemmiyeti, 
  • Son bölümde ise peygamberlerin nev’-i beşere tebliğ, davet ve temsil vazifelerinin neler olduğu üzerinde durulur.

     Anahtar kelimeler:

Ulûhiyet, risalet, kâinat, imkân, irsal-i Rusül ve inzal-i kütüb.

Nübüvvet ve risalete genel bakış:

Kur’an’ın dörtte biri ve erkân-ı imaniyenin altıda biri olan ‘nübüvvet’ hakikati, ’Ulûhiyet, risalet, âhiret ve kâinat arasındaki telazuma’  istinad eder.

Kelime-i şehadetin bir mütemmimi olan  ‘nübüvvet’ akidesi, ’Ulûhiyet, risalet, âhiret ve kâinat arasındaki telazumun’[1] iktizasıyla,  tefrik kabul etmez, tecezzi kaldırmaz ve kabil-i inkısam olmayan bir küllîdir.[2]   

 Zira Kitap ve Sünnetle tarif edilen ve imanın ikinci bir rüknü olan ‘nübüvvet’ akidesi, Ehl-i sünnet itikadına göre kelime-i şehadete dâhildir. Çünkü “Eşhedü en Lâ ilâhe illallah” hakikatı, bütün hüccetleriyle “Eşhedü enne Muhammederresulullah” hakikatını isbat eder.’’[3] 

Zira -‘’İmanın altı rükünlerinin hakikatları ve tahakkukları ve hakkaniyetleri, Muhammed’in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniyetine kat’î şehadet eder. Çünki onun risalet hayatının şahsiyet-i maneviyesi ve bütün davalarının esası ve mahiyet-i nübüvveti, o altı rükündür.’’[4]

Çünkü -‘’Nübüvvet-i mutlaka, nev’-i beşerde bir kutub, belki bir merkez ve bir mihverdir ki; ahval-i beşer onun üzerine deveran ediyor.’’[5]

Bu küllî hakikatlere binaen, bir peygamber ile başlayan insan hayatı ve nev’i,  yine bir elçi olan Azrail Aleyhisselam’ın, eliyle hitâma  erdirilmesi, nev’-i beşerin, özellikle ehli imanın, ‘nübüvvet’ hakikatini sadece naklen değil, aklen de iz’an ve idrak etmenin lüzumunu ve zaruretini gösteriyor.

Ve yine ‘levlêke, levlêke’ hadîs-i kudsîsinde bildirildiğine göre,  bu kainat  ve içindekiler, bir ‘nebinin duası’, hatırı ve nuru hürmetine ‘adem, esîr ve semaperdeleri açılarak yokluk karanlıklarından ziyadar varlık alemine’[6] çıkarıldığı gibi; eğer  ‘sebeb-i hilkat-i âlem’ olan, ‘’Risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.)’ın nuru kâinattan’’[7] çıkıp giderse  emr-i İlahinin bir memuru olan, İsrafil aleyhisselamın bir ‘sayhası’ ile bu âlem ve içindekilerin varlığı  hitama erdirilecektir.

Bu ‘sayhadan’ sonra kıyamet, haşir ve neşir gibi uzun bir yolculuğa çıkacak olan nev’-i beşerin, ‘nübüvvet’ hakikatinin ve mahiyetinin ne olduğunu anlamaya ve öğrenmeye, dünya ve ahiret hayatlarının saadet ve selametleri açısından ne kadar lazım ve elzem olduğu, her akl-ı selim için bir zaruret-i aklîye ve bedihiyedir.[8]

Çünkü ‘’Benî-âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücud ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken.. fenn-i hikmet, hilkat-ı hükûmet canibinden karşılarına çıkarak

Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?’’[9] sorularına, ’Benî-âdemin’ nev’-en ve ferden, dünya ve ahiret hayatlarının saadet ve selametleri için, doğru ve makul cevaplar vermeleri çok zaruri ve elzemdir.  Nev’-i beşer fıtraten bu suallere cevap vermek zorundadır.  

 Nev’-i beşere tevcih edilen ve sırr-ı hilkat-ı âlem olan ve bütün mevcudattan sorulan ve bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müdhiş sual-i azîm olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine en mukni, en makûl ve en doğru cevaplar, nebilerin elinde ve resullerin dilindedir.[10] 

Bediüzzaman Hz. eserlerinde varlık âlemini deruhde ettikleri vazife bakımından ‘daire-i ulûhiyet ve daire-i risalet’[11] diyerek ikiye ayırır. R. N. Külliyatının muhtelif yerlerine serpiştirilmiş olan, bu iki dairenin vazifeleri ile ilgili özetle şöyle der:

  • Ulûhiyet dairesinin vazifesi, emir ve nehiy şeklinde, semavî fermanlar ile yeryüzü ahalisinin ‘ne yapacaklarını ve niçin yapacaklarını ’ va’z ve beyan etmektir.   
  • Risalet dairesinin vazifesi ise bu ‘emir ve nehiyleri’, nasıl yapılacaklarını halka fiilen talim ve tarif etmektir.[12]

Çünkü peygamberlerin en mühim vazifelerinden birisi Nev’-i beşere; hem terakkiyat-ı maddiye hem de terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar, birer ustabaşı ve üstadlık etmektir.[13]   

Zira ‘’Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette, Beşeri de bırakmaz şeriatsiz, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem elbette böyle ister.’’[14]

Çünkü  Canab-ı Hakk: ‘’Semavat ve Arz’ın en mühim neticesi ve kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanları başıboş  (bırakarak).. hikmet-i bahiresini abesiyete kalbetmesi hiç mümkün değildir.’’[15]

 Çünkü iki cihanın saadet ve selametini temin edecek yalnız nebî ve resullerin vahy-i semavîyeye dayanan desatir-i kudsiyeleri ve kavanin-i semavîyeleridir.[16]

Zira ‘’Nev’-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve Nebiler elindedir. Dalâlet, şerr ve hasaret; (ise) onun muhalifindedir.’’[17]

İslam tarihinde peygamberliği ispatlamak niyet ve gayesiyle, birçok muhakkikîn-i ülemanın tahkikatıyla, ortaya koydukları; “delâilü’n-nübüvve, a‘lâmü’n-nübüvve, beşâirü’n-nübüvve, isbâtü’n-nübüvve, tesbîtü delâili’n-nübüvve”[18] gibi birçok eserler ile ‘nübüvvet ve risaletin imkânı ve lüzumu’, aklen ve naklen isbat edilmiştir.

Çünkü siyer-i nebi kitaplarının nübüvvet ile ilgili temel esasları, nev’-i beşer tarihî ve ilm-i kelâmın aklî ve mantıkî ve hüccetleri müvacehesinde, ‘nübüvvet ve risaletin imkân ve lüzumunun katiyyeti’ sübut bulmuştur. Çünkü:

  • Canab-ı Hakk’ın Kelam, irade ve kudret sıfatlarının tezahür ve tecelli etme zarureti;
  • Rububiyet ve Ubudiyet dairelerinin, istilzamı,
  • Nizam-ı âlemin, ’irsal-i Rusül ve inzal-i Kütüb’ü’’ iktiza etmesi,
  • İnsanlık tarihinin ayları ve güneşleri olduğu bildirilen ve ‘’Nass-ı hadîs ile; nev’-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmidört bin’[19] Zâtların beyanat-ı sadıkıları ve şehadetlerine istinaden, ‘nübüvvet ve risaletin hakikati’.

Zira ‘‘Nübüvvetin en metin (bir) bürhanı, nübüvvet-i mutlakadır. Kâinatta bir hakikat varsa, nübüvvet (de) vardır….Hilkatte nizam varsa, nübüvvet zaruridir. … Dünyada bundan (daha) doğru ne haber olabilir ki; yüzbinler enbiya yüzbinler mu’cizat ile nübüvveti iddia etmişler. Mu’cizat ile isbat etmişler.’’[20]

     Nübüvvetin en büyük delili mucizelerdir:

 Risalet ve ‘’Dâva-yı nübüvvetin isbatı için en büyük delil mucizelerdir.’’ Çünkü -‘’Mu’cizatı görenler, nübüvveti tasdik etmişler. (Zira) mu’cize zuhur ettikçe, iman ziyadeleşir, “nurun alâ nur” olur.’’[21] 

Hâlık-ı Kâinat tarafından birçok hissî ve aklî mucizeler veya kevnî ve kelâmî mucizelerle teyid ve tasdik edilen nübüvvet davası, ehl-i ihtisasın icmaıyle naklî ve aklî deliller ile isbat edilmiştir.

Hissî ve aklî mucizeler ile Nübüvvet davasının teyid tasdik edilmesi, Hâlık-ı kâinatın kullarıyla bir nev’î konuşma biçimidir. Bu konuşmanın kelamî ciheti birçok semavi suhuf ve kitapların inzaliyle vuku bulmuştur.

Zira ‘’Hikmet ve ‘nizam-ı âlemin’ iktizası üzerine, Cenab-ı Hakk’ın insanlar ile konuşması zarurîdir.’’[22]

 Hem ‘’Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan’’ Allah, ‘’Elbette (ki) zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyatı ne olduğunu, bir mübelliğ vasıtasıyla bildirecektir… (Hem de) Şu kâinatta dercettiği tılsımı ve şu mevcudatta gizlediği muamma-i rububiyeti manasız kalmamak için, herhalde bir rehber tayin edecek.. (ve) onlara gönderecektir’’[23]

Bu aklî, naklî ve fıtrî zaruretler:

  • ‘’Sâni’in hikmeti ve ef’alindeki adem-i abesiyet
  • Ve kâinattaki en hasis ve en kalil şeyde nizamın müraatı
  • Ve adem-i ihmali
  • Ve nev’-i beşerin mürşide olan ihtiyac-ı zarurîsi,
  • Nev’-i beşerdeki nübüvvetin vücudunu, katiyyen istilzam ederler.’’[24]

Çünkü Hâlık-ı Kâinat; “Ben, şu kâinat Hâlıkının meb’usuyum memuruyum’’ diyen elçilerini ve sadık dostlarını, en nazik zamanlarda düşmanlarının karşısında mahcup etmeyerek,

 ‘Müstemir âdetini, onların dua ve iltimasıyla değiştirerek’,  o yüzbinler sadık elçilerini ve yüzbinler sadık dostları olan enbiyalarını, her zaman mucizeler ile teyid ve tasdik ederek,  dostlarını taltif,  düşmanlarını ise şiddetli tokatlar ile tecziye etmiştir.

 Mesela ‘Kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Firavun ve Nemrud gibi bütün muarızlar gazab-ı İlahîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar (ile tecziye ettiği) gibi.. kafile-i kübranın Nuh Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün kudsî kahramanlarını dahi, hârika ve mu’cizane ve gaybî bir surette mu’cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar’’[25] etmiştir.

 Rahmeti gazabını geçmiş olan ve kendini her vesile ile tanıttırmak isteyen Sani-i Kâinat, ekseriyetle  kullarına lütuf, kerem, ikram ve hikmetle   muamele ederek cemalî tecelliler ile marifetullah yollarını ihzar ederken, bazen de su-i edepte bulunanlara kahır ve celal ile tecelli ederek  onlara haddini bildiriyor..

Rahmeti gazabını geçmiş olan, O Zât-ı Âkdesin rahmet-i vasiasından bekliyor ve ümit ediyoruz ki, lütfunu, keremini ihsanını, mağfiretini ve hidayetini bize pahalıya satmasın.[26] 

-Sahih nübüvvet inancının lüzumu ve ehemmiyeti:

Erkân-ı imaniyenin altıda biri olan hakk, sahih ve doğru bir nübüvvet inancı, ehl-i imanı ifrat ve tefrit savrulmalarından koruyarak muhafaza eder. Çünkü günümüzde peygambersiz bir din anlayışı olan, ‘deizm akımı’ maalesef bazı mü’minlerin, özellikle gençlerin zihnini karıştırmakta itikadını sarsmaktadır. 

 Çünkü ‘Deizm akımı’ nübüvvet müessesesi gibi küllî bir hakikati, yok sayarken veya gereksiz görürken, tahrif olmuş Musevilik ve İsevilik dinleri de peygamberlerine olan ifrat-ı muhabbetten dolayı onlara, ulûhiyet sıfatları yükleyerek veya ulûhiyete ortak ederek (teslis) şirke düşmüşlerdir.

Bu hakikatler müvacehesinde;  en büyük hidayetin, hakkı hak bilip ittiba etmek bâtılı bâtıl bilip içtinab etmek[27] hakikat-i kudsîyesi ışığında ‘nübüvvete olan imanın’, ehl-i sünnet itikadı çerçevesinde talim ve tedris edilmesi çok temel bir esastır.

Yani sahih bir nübüvvet inancının, aklın iz ’anı ve kalbin tasdikinden geçen bir şuur ve idrake istinat etmesi, tahkiki iman açısında, çok mühim bir üssü-l esas, belki de kat’i bir zarurettir.

        Ulûhiyet niçin; nübüvvet ve risaleti iktiza eder?

 Çünkü: ‘’Ulûhiyet, risalet, âhiret, kâinat arasında hakikatta telazum vardır. Yani, bunlardan birisinin vücud ve sübutu, ötekisinin de vücud ve sübutunu istilzam eder. Birisine iman, ötekisine de imanı îcabettirir….  Ve keza ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, uluhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusül ile olur. ’’[28]

O Zât-ı Âkdes: ‘’Mahlûkatı yarattım ki, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim’’ kudsî hadis-i şerifinin beyanıyla bu güzel âlemi, kendini tanıttırmak ve bildirmek için yaratmıştır. Bunun için varlık âyinesinde genel olarak ‘dört farklı imkân’ ve fırsat va’z ve takdir ederek ibadına, Hâlikının, Malikinin, Seyyidinin ve Rabbinin kim olduğunu ve kullarından, marziyatının ne olduğunu ‘dört imkân’ vasıtasıyla bildirmek istemiştir.

Zât-ı Âkdesin kendisin tanıttırmak ve bildirmek için, varlık âyinesine tecelli ederek va’z ve takdir ettiği bu dört farklı imkândan:

  • Birisi: Şu kitab-ı kebir-i kâinattır.
  • İkincisi: Bürhan-ı nâtık olan; nebiler ve resûllerdir:
  • Üçüncüsü: Vahiy yoluyla inzal edilen semavî kitaplar ve suhuflardır.[29]
  • Dördüncüsü: Vicdan-ı beşer denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Veya akl-ı selim ile vahye tâbi olan akıldır.[30]

Bu temel esaslar müvacehesinde Canab-ı Hakk, taharriyi-i hakikat ehline,  kendini tanıttırmak ve bildirmek için, kudret sıfatıyla halk ettiği kevnî âyetlerinin, fıtrat lisanıyla saniine bakan işaretlerini, va’z ve takdir ettiği gibi; Kelam sıfatının bir tecellisi olan semavî kitap ve suhufların, açık beyanları ve irsal-i resûl ile de akl-ı selim sahiplerine lütf-u ilahide bulunmuştur.

Çünkü ‘’Bu güzel âlemin bir mâliki bulunmaması muhal olduğu gibi, kendisini insanlara bildirip tarif etmemesi de muhaldir. (Çünkü O Zât-ı Akdesin, kendisini ibadına ) bildirip tarif etmesi zarurîdir ki, o Mâlik’in evamirine ve marziyatına vâkıf olsunlar.’’[31]

İşte: ‘’Şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâni’ine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir.’’[32]

Nübüvvet ve Risalet’in üç temel esası:

  1. Nur Külliyatının geneline bakıldığı zaman ‘Nübüvvetin imkânı ve lüzumuyla’ ilgili meselelerin merkezinde Nübüvvetin ‘üç veçhinin’ daha ön plana çıktığı görülüyor. Bunlardan:
  • Birincisi: Nübüvvetin Cânab-ı Hakk’a bakan ciheti.
  • İkincisi: Peygamberliğin, nebilerin kendi Zâtlarına bakan yönü
  • Üçüncüsü: Nübüvvetin sosyal hayata bakan ciheti.

Birinci vecih: ‘Nübüvvet’, Cânab-ı Hakk’a bakan ciheti itibariyle ulûhiyetin en önemli bir lazım-ı zarurîsidir. Diğer vecihler birinci ayağın bir nevî şerh ve izahı veya açılımı hükmündedir.

’Çünkü (hayrı) isteyen ve iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniye’’ [33]  olması hikmetine binaen, ‘Nübüvveti’ istilzam eden esas saik, Zât-ı Âkdesin irade ve kelam sıfatları ve onları tahrik ederek tecelliye sevk eden, şe’n ve şuunatı ilahiyesidir.[34]  

Çünkü “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim” (Acluni, Keşfü’l-Hafa, II/132)  kudsî hakikatinin, irade ve kelam sıfatları üzerinden, ‘imkân âlemine’ tecellilerinden birisi ‘nübüvvet’, diğeri ise peygamberlere ‘vahiyle’ inzal edilen ‘semavî suhuf ve kitaplardır.’

Bu birinci cihet itibariyle Cânab-ı Hakk’a terettüb eden ‘vazife-i İlahi’ ise ‘’rububiyetin bir muktezası olan irsal-i Rusül ve inzal-i Kütüb’’[35] ile kendisini halka bildirip tarif etmesi lazımdır ki o Mâlik’in evamirine ve marziyatına kulları vâkıf olsunlar.[36]

Nübüvvetin Cânab-ı Hakk’a bakan bu ciheti itibariyle Zât-ı Âkdes, irade-i küllîyesenin taalluku ve meşiet-i İlahiyenin tensibi ile bazı kullarını ‘nübüvvet ve risalet’   vazifesiyle ile tavzif eder.

 Âl-i İmrân suresinde genişçe izah edildiği gibi[37] meşiet-i ilahi ile takdir ve tensib edilen peygamberler, ‘’Teklif edilen risalet vazifesini (kendileri) cüz’-i ihtiyarîsiyle haml ve kabul etmiş olduklarından’’[38] semavî suhuf ve kitaplarda beyan edilen ilahî hakikatlere ‘’Umum nev’-i beşer namına (en evvel kendileri)muhatab’’[39] olmuşlardır. 

  Fahreddin-i Râzî’nin  Âl-i İmrân suresin 81. Âyetinde belirtilen peygamberlerin ‘nübüvvet ve risalet’ vazifesini ‘haml ve kabul ediş safhasıyla’ ilgili tefsirine göre: ‘’Allah peygamberlerden ‘’ Size verdiğim kitap ve hikmeti muhakkak insanlara tebliğ edeceksiniz’’ diyerek, bütün peygamberlerden ‘misak’, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (As) gibi ulül-Azm Peygamberlerden ise ‘misak-ı galiz’ mefhumlarıyla  ifade edilen söz almıştır.[40]

Eş’arî âlimlerinden Âmîdî ise peygamberlerin ‘nübüvvet ve risalet ’ vazifesini ‘haml ve kabul ediş safhasıyla’ ilgili olarak: “Allah bir kimseyi peygamber olarak seçtiğinde ona hitaben: “Ben seni peygamber olarak seçtim, sana verdiklerimi insanlara haber ver!” diyerek emreder.’’[41]

Bu tespitlere göre: ’’Hikmet-i Rabbaniye ve meşiet-i Sübhaniye ile tesis edilen âdetullah kavaninine herkesten ziyade  (peygamberlerin)  müraat ve itaat’’ etmeleri,  ‘nübüvvetin’ bir iktizası olmuştur.[42]

İkinci vecih:  Mesnevi-i Nuriye’de geçen bir cümlede, Peygamberlik vazifesinin;  Nebilerin kendi Zât’larına bakan cihetlerinden birisinin, Nebiler:  ’’Ubudiyetleriyle Hâlık’ın hüsnüne âyine (oldukları gibi); risaleti cihetiyle de (Hâlık’ın hüsnünü) halka izhar ve ilân ederler ’’[43] cümlesiyle özetlenmiştir.

 Nursî, bu cümlede geçen ‘Hüsn’ mefhumu ile kudsî metinlerde geçen ve Zât-ı Âkdese izafe edilen, ‘veçh, sima-i rahmani ve suret-i rahman’ ve “yed” gibi (nispetlerin) mana-yı hakikîleriyle, Cenab-ı Hakk hakkında kullanılması muhal olan müteşabihattan’’[44] olduğunu ifade ettikten sonra,  ‘’Cenab-ı Hak hakkında suret muhal olmasından, suretten murad sîrettir, ahlâk ve sıfâttır’’[45] der.

’Çünkü .. Cenab Hakk’ın zât ve sıfâtlarında naziri..’’[46] olmadığı gibi..

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ   sırrıyla sureti, misli, misali, şebihi dahi olamaz.’’[47] 

Buna göre, ‘’Hâlık’ın hüsnüne âyine’’ olmak, ‘Ahlâk-ı İlahiye’ile ahlaklanmaktır. Çünkü ‘’Nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki (bir) düsturu.. (olan) “Ahlâk-ı İlahiye ile muttasıf olup Cenab-ı Hakk’a mütezellilane teveccüh edip acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına abd olmak[48] prensibi, ‘Nübüvvetin’ en temel bir ahlâk-ı esasiyesidir.

‘Hüsn’ kelimesiyle ifade edilen, ahlâk-ı İlahiyeyi ‘’Risaleti cihetiyle halka izhar ve ilân’’ etmek ise,  Nev’-i beşere; terakkiyat-ı maddiye ve terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar, birer ustabaşı ve üstadlık etmek demektir.[49] 

Çünkü en başta Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm ve emsalî peygamberler, Üstad-ı Ezelîsinden nasıl ders almışlar ise,  Nev’-i beşere aynen öyle ders vermişlerdir.[50]

Üçüncüsü vecih: Nübüvvetin Üçüncü veçhesini,  risaletin sosyal hayata bakan cihetiyle değerlendiren Nursî, Kur’an’ın dörtte biri ve erkân-ı imaniyenin altıda biri olan ‘adalet ve ibadet’ esasları üzerinden okuyarak ‘Nübüvvetin zarureti’ ve lüzumu üzerinde durmuştur.

Çünkü insanın, fıtraten istidat ve kabiliyetlerine bir hat konulmadığı için her zaman hataya düşme ve günah işlemeye açık bir varlık olması noktasında zaman zaman, sırat-ı müstakimden ayrılarak ifrat ve tefrite düşebiliyor.

  Buna binaen hayat-ı içtimaiyye’nin temel taşı olan, nizam-ı âlemin bozulmaması ve hukukun payimal olmaması ve sırat-ı müstakimin temini için, Cenab Hakk, ilk peygamberden son peygambere kadar, insan nev’ine farklı zaman dilimlerinde ve değişik mekânlarda birçok nebîler ve resȗller göndermiştir.

Bediüzzaman Hz. bu mevcut durumdan hareketle, nev-î beşerin Nübüvvete olan bu zarurî ve sosyal ihtiyacını, ‘adalet, şeriat, peygamberlik, mu’cizeler ve ibadet’ bağlamında tahlil ederek, ‘Nübüvvetin zaruretini ve lüzumunu’ nazara verdiği ifadelerinde şöyle der:

 ‘’İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve lâtif bir mizaç ile yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.

Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi, güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O san’atlara vukufu olmadığından, ebnâ-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki, her birisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler.

Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye Sâni tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-i ihtiyarîsiyle terakkîsini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır.

Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.

Sonra, o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lâzımdır. O merci ve o sahip de ancak peygamberdir.

’’Peygamber olan zâtın da, zahiren ve bâtınen halka olan hâkimiyetini devam ettirmek için, maddî ve manevî bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Hâlık ile olan derece-i münasebet ve alâkasını göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mu’cizelerdir.

Sonra, Cenâb-ı Hakkın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı tesis ve temin etmek için, Sâniin azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de, ancak akaid ile, yani ahkâm-ı imaniyenin tecellîsiyle olur. İmanî hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrar ile teceddüd eden ibadetle olur.’’[51]

Nursî’nin yaptığı bu tahlile göre: Nübüvvetin sosyal hayata bakan bu üçüncü veçhesi olan, kamu düzeni, asayişin tesisi, adaletin temini, hukukun kurumsallaştırılması,  kanun hâkimiyeti, âdab-ı muaşeret ve muamelat gibi temel içtimai esaslar müvacehesinde yapılan ‘Nübüvvet’ okuması, ‘Maturîdî’ ekolun görüşleri ile birebir örtüşmektedir.

 Bu toplumsal ihtiyaç ve maslahatlara binaen,  ‘Maturîdî’ imamları Nübüvvetin gerekliliğine, ’Hikmet ve ‘nizam-ı âlemin’ iktiza ve istilzamı açısından yaklaşarak, nübüvvet makamının ‘itikadî’ anlamda değilde,  ‘aklen vâcib derecesinde bir zaruretinden’ bahsetmişlerdir. ( Bu bölüm ile ilgili geniş izahat aşağıda gelecektir.)

-Nübüvvetin imkânı ve lüzumu:

Hz. Bediüzzaman, ‘Nübüvvetin imkânı ve lüzumu’ ile ilgili birçok aklî ve naklî delillerin yanında itikadî bağlamda en çok üzerinde durduğu hususlardan birisi de ‘Nübüvvetin imkânı ve lüzumunu’ esma, sıfat ve şuunat tecellileri üzerinden okumasıdır.

Nursî, naklî delillerden ziyade aklî delillerin ön plana çıktığı bu okumalarda mademki, Zât-ı Akdes’in esma sıfat ve şuunatı ilahiyesi vardır. Elbette ki esma sıfat ve şûunatının bir tecellisi ve o tecellilerin birçok âyineleri ve mazharları olacaktır denklemi üzerinden yola çıkararak, tahkikatına devam eder. 

Daha sonra da esma, sıfat ve şuunatın tecelli mahalleri olan  ‘İmkân dairesinden Nübüvveti zaruri kılan’ her akl-ı selimin idrak edebileceği birçok aklî ve mantıkî delil ve bürhanlar getirerek bazı örnekler verir.  Mesela:

a) ‘’Nasıl ki Güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de ulûhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.’’[52]

b)’Hem mümkün olur mu ki; bu Kâinatı bütün esmasının kemalâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?’’[53] 

c) ‘’ Hem nasıl ki iman-ı billah âhiretsiz olmaz… öyle de….O kitab-ı kebirin manalarını ders verecek üstadları ve o Kur’an-ı Samedanî’nin âyetlerini tefsir edecek müfessirleri elçi olarak göndermeksizin..’’[54]

‘’Çünki anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa; manasız bir kâğıttan ibaret kalır.’’[55] Ve ‘’Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, herbiri bir bürhan-ı kat’îdir ki: (hulasa) Ulûhiyet, risaletsiz olamaz.’’[56]

Nursî daha bunlar gibi birçok esma ve sıfat tecellileri üzerinden ‘Nübüvvetin imkânı ve lüzumu’ üzerinde durur. Özellikle ilim, irade kudret ve kelam sıfatlarını nazara vererek nübüvvetin zaruretine tahşidat yapar.

Özellikle İlim, irade ve kelam sıfatlarının ‘Nübüvveti iktiza’ etmesi:

Nursî, Nübüvvet okumalarını birçok esma ve sıfat tecellileri üzerinden yaparken özellikle; ‘ilim, irade ve kelam sıfatlarını’ merkeze alır. Ama önce bir mantık kuralını nazara vererek, diğer tahlillerini bu kaide üzerine inşa eder. Mesela:

‘’ Nuru neşredenin nursuz, icad edenin vücudsuz, îcab ettirenin vücubsuz olması muhaldir. İlim sıfatını ihsan edenin ilimsiz, şuuru ihsan edenin şuursuz, ihtiyarı verenin ihtiyarsız, iradeyi verenin iradesiz,’’[57] olduğunu iddia etmek ne kadar muhal olduğu gibi bütün mahlûkatı konuşturan Zât’ın da kelamsız olduğunu, yani konuşmadığını telakki etmek de aynen öyle, binlerce defa daha, muhal içinde muhal ve imkânsızdır.  

 Zira ‘’Hikmet ve ‘nizam-ı âlemin’ iktizası üzerine, Cenab-ı Hakk’ın insanlar ile konuşması zarurîdir.’’[58]

‘’Madem konuşacak, elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak, elbette zîşuurun içinde en cem’iyetli ve şuuru küllî olan insan nev’i ile konuşacaktır.

Madem insan nev’i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev’-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır.’’[59] 

O zaman elbette ki, Peygamberler ile konuşacaktır.  Çünkü bu kadar yüksek evsaf ve ahlâk-ı âlîye sahibi zâtlar, ancak peygamberlerdir.

  Diğer bir kaide-i mukarrereye göre: (kesinleşmiş kural) ‘’Tek bir cüz’ün vücudu ile bir küllün tahakkuku bilinir. Birtek şahsın rü’yeti ile umum nev’in vücudu malûm olur.’’[60]’Madem tek bir (nebinin)  vücudu, bir zamanda tahakkuk etse, şu nev’in umumen tahakkukunu gösterir.’’[61] 

Öyle ise, O Zât-ı Akdes: ‘’Nass-ı hadîs ile; nev’-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmidört bin’[62] Zâtların beyanat-ı sadıkıları ve şehadetleriyle elbette ki onlar ile : ‘’konuşacak ve konuşmuş ve  (onları) Resul yapacak ve yapmış ve sair nev’-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.’’ [63] 

Bu tespitlere göre:

a) ‘’Bir ilahın varlığını kabul etmekle beraber onun herhangi bir emir ve yasaklamasının bulunmadığını kabul edip bütün dinleri reddedenler: Allah’ın âlemi yarattıktan sonra onlara herhangi bir hüküm-yasa ile hükmetmediğini iddia eden deistlerin,

b) Nübüvvet makamını kabul ettikleri halde sadece Hz. Muhammed’in nübüvvet ve risâletini kabul etmeyen Yahudȋler ve Hıristiyanların,

c) Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin, peygamberliğine delil olarak göstermiş olduğu olağanüstü olayları, sihirbaz, kâhin ve gözbağcıların da gösterebileciğini iddia edip nübüvvet makamını inkâr eden naturalist veya determinist ve emsali görüşlere benzeyen iddiaların’’[64] İlmî ve aklî bir mesnetleri ve karşılığı yoktur.

Çünkü: Amerika ve Avrupa’nın en meşhur ilim adamları ve zekâ tarlaları olan Prens Bismark, Mister Karlayl ve daha birçok meşhur feylesofları diyorlar ki, özetle: Bu âlemde en önemli en kıymetli ve en hakikatli söz, nebi ve resüllerin sözleridir.  Zira Eğer hakikat-ı nübüvvetten ve risaletten şübhe etsen, bütün akl-ı selimin ittifak ettiği bedihiyatı ve ilmin zaruriyatını inkâr etmiş olursun [65] derler.

Binaenaleyh ‘’Nasılki bir adamın söylemesiyle, diri ve hayatdar olduğu anlaşılır; öyle de (kelam ve irade sıfatlarının tecelli ve tezahür etme zaruretine binaen) bu kâinatın perdesi altında ve âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitab eden bir zâtın kelimatını, hitabatını gösterecek, Peygamberler ve ellerinde nâzil olan Kitablardır.’’[66] 

‘’Hem bütün zîhayatın ihtiyacat-ı fıtriyeleri için dualarına ve hal dili ile edilen bütün ilticalara ve arzulara, vakti vaktine, kasd ve ihtiyar ve iradeyi gösterir bir tarzda hadsiz in’amlarıyla ve nihayetsiz ihsanatıyla fiilen ve halen sarih bir surette konuşan bir Mütekellim-i Alîm;..

Kâinatın en müntehab neticesi ve arzın halifesi ve ekser mahlukat-ı arziyenin kumandanları olan insanların manevî reisleri ile görüşmesin? ..onlar ile kavlen ve kelâmen konuşmasın ve onlara fermanları ve suhuf ve kitabları göndermesin?’’[67] bu asla mümkün değildir.

İslam âlimleri ve itikad imamlarına göre ‘resül/elçi’ gönderilmeyen kavimlerin ‘mesuliyetleri ve necatları’ ile ilgili farklı görüşleri:

Yahudi ve Hıristiyanlar ‘nübüvveti’ kısmen, deist, determinist ve emsalî felsefî akımlar ise tamamen reddederken, İslam âlimleri ve îtikad imamları da ‘Nübüvvetin imkânı ve lüzumunun hükmü’ üzerine farklı kanaat ve içtihatlarda bulunmuşlardır.  Tartışmanın merkezinde İsrâ Sûresinin وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً  “ Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap edici değiliz”[68] âyet-i kerimesinin farklı tefsir ve içtihatlara konu olmasıdır.

R.N. Külliyatında, fetret bahisleri içeresinde yer alan bu âyet-î kerimenin tefsirinde Nursî, önce âyette geçen ‘resul’ kavramıyla ilgili, îtikad imamlarının görüşlerini bilmana ve kısaca nakleder.

Mektubat ve Kastamonu lahikalarında uzunca yer alan” Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap edici değiliz” âyetinin tefsiri, özellikle ahir zaman bağlamında ve ‘fetret’  kavramı üzerinden tahlil edilir.

Eserlerinde ‘fetret’ kavramını ikiye ayıran Bediüzzaman, zaman-ı Âdem’den, Hz. Peygamber (as) zamanı arasında geçen devirlerde, peygamber gönderilmeyen veya peygamber sesinin ulaşmadığı coğrafyalara ve o zamanlara, ‘’Fetret-i mutlaka zamanı’’[69] der.

Nursî “Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap edici değiliz” âyetini, ahir zaman şartlarını dikkate alarak yapmış olduğu tefsir ve içtihatlarında ise; ’Fetret-i mutlaka’ değil de ‘’kısmi bir fetret’’ anlamına gelebilecek olan görüş ve kanaatlerini şu cümleler ile ifade eder:

  • ‘’Din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş,
  • Fetret derecesinde,
  • Fetret gibi karanlık,’’[70]
  • ‘’Âdeta fetret devri denmeğe seza olan bu zaman’’[71]

Mektubat ve Kastamonu lahikalarında genişçe yer alan bu bahsin geriye kalan kısmını, asıl kaynaklarına havale ederek, buralardan anlaşıldığı kadarıyla ve ana hatlarıyla konuyu şöyle özetleyebiliriz:

‘’Matürîdîler, insanların akıl ile bir yaratanın varlığını bulabileceklerini, sıfatlarını ve emirlerini ise bilemeyeceklerini, dolayısı ile peygamber sesi duymasalar dahi yaratıcının varlığını bilmekten sorumlu olacaklarını ifade etmişlerdir. İbadete ait hükümler ise akıl ile bilinemeyeceğinden bu konuda fetret ehline bir sorumluluk terettüp etmez, demişlerdir.

Eş’arîler ise, “resul”ü doğrudan doğruya “peygamber” olarak anlamışlar ve peygamber gelmeyen bir kavim için küfre girmiş olsalar bile sorumluluk olamayacağını savunmuşlardır. Bediüzzaman, bu konuda Eş’arilere daha yakındır.’’[72]

Hz. Üstad,  İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin ‘Ehl-i fetretin ne cennete nede, cehenneme girmeyip yok edileceklerine’[73] dair fetvası üzerine bir yorum yapmayarak, bu meselede Ehl-i sünnetin icma ettiği içtihadını teyiden naklederek, ‘’Ehl-i fetretin, ehl-i necat’’ olduklarını şöyle izah eder.

’Fakat zaman-ı fetrette وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla’ ile teklif takarrur eder.

 Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet olamaz ’’[74] diyerek Ehl-i sünnetin icma ettiği görüşünün yanında olduğunu beyan eder.

Nübüvvetin imkânı ve lüzumunun hükmü:

Ayrıca ‘’Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap edici değiliz.” Âyeti ve benzer bazı âyetlere, ‘Nübüvvetin imkânı ve lüzumunun hükmü’ bağlamında değerlendiren mezhep ve itikad imamları farklı içtihatlarda bulunarak genel olarak üç ana gruba ayrılmışlar. Özetle:

  • Mutezile nübüvvetin vacip olduğunu,
  • Eş’ari mümkün ve caiz olduğunu,
  • Maturidiye ise lazım olduğunu söylemiştir.

Fakat bazı Maturîdîler: ‘’Peygamberlerin gönderilmesi’ hususundaki bakış açıları Eş’arîlere göre farklılık arzetmektedir. Zira aklî açıdan nübüvvet makamını caiz görürken, olaya ilahî hikmet doğrultusundan yaklaştıklarından nübüvvet makamının vacipliğini savunmuşlardır.

Ancak buradaki vaciplik -Mû’tezile’nin savunduğu gibi- Allah’ın bunu yapmaya mecbur kılan bir vaciplik değil, Allah’ın peygamberleri göndermiş olduğunu vurgulamak içindir.’’  [75]

Risale-i Nur Külliyatında Hz. Üstadın nübüvvet ve fetret ile ilgili beyanlarının geneline bakılınca fetret meselesinde ‘Eş’arî çizgiye’ daha yakın olduğu görünüyor.

‘Nübüvvetin imkânı ve lüzumu meselesinde ise mutezileninin ‘nübüvvetin vacip’ olduğu fikrine kesinlikle katılmayarak, onları aklı hâkim yaparak bazı sıfatları nefyedip, Hâlık-ı Zülcelal’i mes’ul tutmalarını kesin bir dille eleştirir.[76]

Çünkü bu konuda Maturidi imamları gibi düşündüğü için, ‘Nübüvvetin hem imkân dâhilinde’ olduğunu,  hem de nev’i beşer için gayet   ‘lazım ve zaruri ’ olduğu belirterek, ‘ulûhiyetin risaletsiz olamayacağını’ söyler.

Hz. Üstad ‘Nübüvvetin imkânı ve lüzumu’ meselesinde:

  • Eş’ariler gibi sadece ‘caiz’ dememiş.
  • Mutezile gibi de Zât-ı Akdesin meşiet ve irade sıfatını yok sayarak ‘vâcib’ de dememiş.
  • Ehl-i sünnetin iki kalesinden birisi olan, Maturidi çizgi parelelinde durarak beşerin Nübüvvet olan ihtiyacını, ‘lazım, zaruri ve olmazsa olmaz veya olamaz’ kelimeleriyle ifade etmiştir.

Hülâsa, yukarı sahifelerde farklı başlıklar altında müzakere edilen bu bölümü ehemmiyetine binaen kısaca şöyle özetleyebiliriz.  Bediüzzaman Said Nursî,  genel olarak ‘Nübüvvetin imkânı ve lüzumunu’ iki ana sebebe istinat ettirir:

  • Birincisi: Cenab-ı Hakk’ın Kelam, irade ve kudret sıfatlarının tezahür ve tecelli etme zaruretinin olması.
  • İkincisi: Nev’-i beşer fıtraten; Rabbinin, Hâlikının, Malikinin ve Seyyidinin kim olduğunu bilmeye ve tanımaya olan şiddet-i ihtiyacıdır.

Çünkü ’’Fıtraten mükerrem olan İnsan, hakkı arıyor.’’[77]  Fakat cüz’i ve salt aklıyla, vahyin ışığı olmadan bazı hakikatleri kısmen bulabilse de ancak Nübüvvet ve vahiyle bilinebilecek Hâlik-ı kâinatın,  kim olduğunu, isim ve sıfatlarının ve de marzîyatı’nın ne olduğunu tam olarak bilemiyor.

 Bu noktada vahyin ziyasından feyiz almayan veya alamayan akıl, güneşi bırakıp ay veya yıldız ışığıyla yolunu bulmaya çalışan göze benzer. Çünkü salt aklın vahye olan ihtiyacı gözün güneşe olan ihtiyacı gibidir

Zira: ‘’insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.’’[78] 

 Zira Hâlık-ı Kâinat’ın bu âlemi hilkatinde ve mevcudatı icadındaki en mühim makasıd İlahiyesi ise; kendini zîşuurlara, isimleriyle sıfatlarıyla tanıttırmak ve sevdirmektir. Emir ve nehiylerini beyan ederek kullarına marzîyatı’nın ne olduklarını bildirmektir.[79]

Hâlbuki bu gaye ve maksadlar, ‘hakaik-i gaybiye’ oldukları için, vahyin ışığı olmadan salt akılla tam olarak bilinmesi, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Zira ‘Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. (Ancak nebiler ve) Kur’an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihata etsin.’’  ‘’Beşerin en dâhî hükemaları o mesailin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği malûmdur.’’[80]

    Elhasıl nübüvvet silsilesinin en son meyvesi ve: ‘’Tevhidin  bir bürhan-ı nâtıkı olan.. Resul-i Ekrem (as)’ın ..fem-i mübareğinin sinesine kulağını yapıştırırsan işiteceksin ki,  onun beşere getirdiğ, ferman-ı a’zam olan Kur’an-ı Hakîmin, altı ciheti şeffaftır.

Üstünde sikke-i i’caz, içinde nur-u hidayet, altında mantık ve delil, sağında aklı istintak; solunda vicdanı istişhad; önünde hayır, hedefinde saadet-i dareyn, nokta-i istinadı vahy-i mahzdır.’[81]

Sinek kanadı kadar kıymet-i harbîyeleri bulunmayan, ateist, deist ve emsalî felsefi hezeyanların, ne haddi var ki böyle iki cihanın güneşi olan bir nuru, söndürmeye güçleri yetsin.[82] 

Zira Nur-u Nübüvvet ve ‘’İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.’’[83]

Tevhid ve Nübüvvetin ispatında naklî delillerin yeterli olup olmadığı:

Tevhid ve Nübüvvetin ispatında naklî delillerin yeterli olup olmadığı veya takdim ve tehiri üzerinde farklı mülahazalar olmuştur.

Mesela: İmam-ı Gazali Hazretleri, daha henüz iman ile müşerref olmayan birisiyle, iman hakikatlerinin tebliğ ve isbatıyla ilgili bir mükâlemede; ‘Kitap ve Sünnet gibi naklî delillerin’[84] kullanılmasının caiz olmadığını söyler. Çünkü bu durum hikmete, tebliğ usulüne ve ispat tekniğine aykırıdır.

Bediüzzaman Hz. ise İşarat-ül İ’caz da aklî ve naklî delillerin, takdim ve tehirini, özellikle ‘tevhid ve nübüvvet’ akideleri açısından tahlil ederek özetle şöyle der:

Tevhidin ispatında olduğu gibi nübüvvetin ispatı da yalnız naklî deliller ile sahih değildir.  Çünkü kitap ve sünnetten ibaret olan, naklî delillerin sıhhati nübüvvetin varlık ve sıhhatine bağlıdır. Zira bu devri iktiza edeceği için esastan fasit bir durum ortaya çıkar.[85]

‘’Mesela, ‘Allah vardır, çünkü peygamber haber vermiştir.’ O peygamberdir, Allah O’nu göndermiştir’ dediğimizde her iki hüküm de birbirine dayandırıldığı için dev-ri batıl ‘kısır döngü’ olur ve böyle bir delillendirme muteber sayılmaz.’’[86]

Çünkü  ‘Delilin müddeadan daha hafî olması, makam-ı istidlale uymaz’’[87]’Bunun için Kur’an-ı Kerim, tevhid ile nübüvveti delail-i akliye ile isbat etmiştir.’’[88]

Nizam-ı âlem açısından ’Nübüvvet-i mutlaka’ hakikati:

-‘’Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette, beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette.’’[89]

‘’Binlerce enbiya, nev’-i beşerde nübüvveti iddia ederek binlerce mu’cizatla müddeayı isbat etmişlerdir. İşte o enbiyanın cemi’ mu’cizatları lisan-ı vâhid ile nübüvvet-i mutlakayı ilân eder.’’[90] 

‘’Hem madem nev’-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüzbinler zât, nübüvvet dava edip mu’cize gösterenler, gelip geçmişler..’’[91]

Bahusus: ‘’Kâinatta bir hakikat varsa, nübüvvet vardır. Hilkatte nizam varsa, nübüvvet zaruridir.Dünyada bundan doğru ne haber olabilir ki; yüzbinler enbiya yüzbinler mu’cizat ile nübüvveti iddia etmişler. Mu’cizat ile isbat etmişler.’’[92]

-‘’Nübüvvet-i mutlaka, nev’-i beşerde kutub, belki merkez ve bir mihverdir ki; ahval-i beşer onun üzerine deveran ediyor.’’[93]

-Muhammedi Arabî (A.S.M.) nübüvvetinin sabit oluşu:

-‘’Nübüvvet-i Ahmediyyenin en metin bürhanı, nübüvvet-i mutlakadır. (çünkü onlar) Nokta-i nübüvvette müttefik, selef halefe mübeşşir, halef selefe musaddık, asl-ı dinde müttehiddirler. Öyle ise, cemi-i enbiyanın cemi-i mu’cizatı Hazret-i Muhammed’in (asm) bir mu’cizesi hükmündedir. (O zaman)  Dünyada nebî varsa, Muhammedi Arabî (asm) da nebîdir.’’[94]

‘’Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, Zât-ı Ahmedî’de (A.S.M.) ’da daha mükemmel mevcuddur. Elbette hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzıh bir kat’iyyet ile ona sabittir.’’[95] 

Çünkü: ’’Ulûhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en a’zamî bir derecede Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) dinindeki a’zamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir.’’[96] 

‘’Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîm’i, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın “Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir surette ve en a’zamî bir derecede hakaik-i Kur’aniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine bilbedahe o zâttır.’’[97] 

Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?  1

Bu bölümde nübüvvet ağacının ilk çekirdeği ve son meyvesi olan, iki cihanın güneşi ve mührü, Hz. Peygamberin  (as)  Zât-ı Ahmediyesini daha yakından tanımak ve bilmek için ‘şahsiyet-i maneviyesini’ tarif ile müzakereye devam edeceğiz:

Çünkü ‘levlêke’ kudsî hadisiyle haber verilen, âlemin yaratılışı, onun yaratılışına vabeste olduğunun bildirilmesi esasına binaen,-belki de varlığın hakikati ve mahiyetî nedir?- sorusunun cevabına, Hz. Peygamberin  (as)   kim olduğu ve O’nun şahsiyet-i maneviyesinin ne olduğunun tarifiyle başlamak lazımdır.

  Zira R. Nur kaynaklarına göre: ‘’Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ahval ve evsafı, (sadece) Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahval-i galibi, beşeriyetine bakar. Hâlbuki o Zât-ı Mübarek’in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. ..

İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır.

Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şübheye düşer’’[98] diyen Nursi, Hz. Peygamberin  (as) tavsif ve tarifinin sıradan tarihî şahsiyetler gibi olamayacağına dikkat çekerek, şahsiyet-i maneviyesi için şunları söyler:

‘’Arkadaş! Hâlıkımızı  (bize) tarif eden, pek büyük bir şahsiyet-i maneviyeye mâlik, bürhan-ı nâtık dediğimiz; “Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?” diye yapılan suale cevaben deriz ki:

  • Hazret-i Muhammed (A.S.M.) öyle bir zâttır ki;
  • Azamet-i maneviyesinden dolayı sath-ı arz, o zâtın Mescid-i Aksa’sıdır.
  • Mekke-i Mükerreme onun mihrabı, Medine-i Münevvere onun minber-i fazl-ı kemalidir. Cemaat-ı mü’minîne en son ve en âlî imam ve nev’-i beşerin hatib-i şehîridir; saadet düsturlarını beyan ediyor.
  • Ve bütün enbiyanın reisidir; onları tezkiye ve tasdik ediyor.
  • Çünkü dini bütün dinlerin esasatına câmi’dir
  • Ve bütün evliyanın başıdır. Şems-i risaletiyle onları terbiye ve tenvir ediyor.
  • O zât (A.S.M.) öyle bir kutub ve nokta-i merkeziyedir ki, onun halka-i zikrinde bulunan bütün enbiya u ahyar, ebrar u sadıkîn onun kelimesine müttefik ve kelâm-ı nutkuyla nâtıktırlar.
  • Ve öyle bir şecere-i nuraniyedir ki, damar ve kökleri, enbiyanın esasat-ı semaviyesidir. Dal ve budakları, evliyanın maarif-i ilhamiyesidir.’’[99]

-Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?”    2

‘’Şu gördüğün büyük âleme:

 Büyük bir kitab nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (A.S.M.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.

Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur.

Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.

Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî onun andelibi olur.

Eğer pek büyük bir saray farzedilirse, Nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelî’nin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur.

Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san’atları, hârikaları ve mu’cizeleri tarif ediyor. Halkı o saray sahibine, sâni’ine iman etmek üzere cazibedar, hayret-efza davet ediyor.’’[100] 

 Tesbit edebildiğimiz kadarıyla, R. N. Külliyatında, Hz. Üstad, Hz. Peygamber  (as)’ı iki yüze yakın farklı ‘esmâ ve sıfâtla‘ tavsif ederek, ‘şahsiyet-i maneviyesini’ tarif etmiştir. Biz bunlardan kırk tanesini kısa kısa cümleler halinde naklederek, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?” sorusunun cevabına farklı açılardan bakmaya çalışacağız.

  Çünkü Hz. peygamber (as)’ın ‘şahsiyet-i maneviyesi’  üzerinden yapılan bu şekilde bir nübüvvet okuması, bu dünyada tahkikî imana katkı sağlarken, aynı zamanda, âlem-i berzahta herkese mutlaka sorulacak olan  ‘’Hazret-i Muhammed (as) kimdir?’’sualine de belki bir ihzariye olacaktır.

Yani Münker ve Nekirin ‘nebin kimdir’ mukadder sorusuna, ‘kırk vecihli’ cevabımız hazır olacak inşaalah..

Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?” sorusunun R. N. Külliyatında, kırk ayrı isim ve sıfat ile yapılan diğer tarifler.  3

  1. Sultan-ı Levlâk (as): ‘’Levlêke Levlêke’’ hadis-i kudsisi ile bildirilen,  ’sen olmasaydın, sen olmasaydın’’ hitab-ı İlahisinin mazharı, Resülü Ekrem (as) Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarriften, ikincisi olan  bürhan-ı nâtıkdır.[101]  
  2.  Kitab-ı Kebîrin Âyet-i Kübràsı olan:’’ Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bütün mu’cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’anın bir mu’cizesidir.’’[102]
  3. Bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed (as)’a; nazil olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ise; ‘’Bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikıyla, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir mu’cizesidir.’’[103]
  1.  O Nuranî bürhan-ı tevhid olan Zât’a: Kur’anda ..en büyük makam verilerek, dört erkân-ı imaniyeyi içine alan, “Muhammedürresulullah” unvanıyla maruf, şahsiyet-i maneviyesi , “Lâ ilahe illallahrüknüne denk tutulmuştur.[104]
  1. Kâinatın Çekirdek-i Aslîsi olan: ‘’Muhammed (as) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A’zam’ın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmelidir.’’[105] Çünkü ‘’Nur-u Muhammedî ve hakikat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, divan-ı nübüvvetin hem fâtihası hem hâtimesidir.’’[106]  
  2. Muhammed (as): Rabbimizi bize tarif eden ikinci bürhan-ı nâtıkî olduğu gibi ‘’Kendi kendine güneş gibi bir bürhan-ı bahirdir.’’[107]
  1. O Nebiyy-i Ümmî: Dost ve düşmanın ittifakıyla kıraatsız, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmî lâkabıyla mevsuf iken; Kur’an’ın nüzul ettiği bir Zât-ı nuranidir.[108]
  1. Allah’ın vahyinin emini olan Zât-ı nurani: ‘’Âyât-ı bahire, mu’cizat-ı katıa ve secaya-yı sâmiye ve ahlâk-ı âliye sahibi olmakla mehbit-i vahy-i İlahî olmuştur.’’[109]
  2. O Nebiyy-i Ümmî: Ümmiliği ile beraber; bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad (olup) akıllara, ruhlara, kalblere ve nefislere teshir eden Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus ve sultan-ı ervah olmuştur.[110]
  3. Semâ-yı Risâletin bir Güneşi olan: Ve hiç yazı yazmayan o ‘ümmi Zât’ parmak kalemiyle sahife-i semavîde bir elif yazmış; bir işaretiyle Kameri iki parça etmiştir.[111]
  4. O şems-i Risalet: Şahsiyet-i maneviyesi, makam-ı kudsîsi ve hakikat-ı Muhammediye unvanıyla iki cihanın en parlak bir güneşidir.[112]
  5. Çünkü o Sahib-i Mi’rac (As): ‘’Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mi’rac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cennet’i görmüş ve Rahman-ı Zülcemal’in rahmetinin bâki cilvelerini müşahede’’[113] etmiştir.
  1. Veya Künûz-u Esma-i İlâhiyenin Keşşafı olan O Zât: “Künuz-u mahfiye” olan esma, sıfat ve şuunat ’ın “asıllarını” miraç mucizesiyle keşfederek, “Erkân-ı imaniyenin hakaikını göz ile görüp, melaikeyi, Cennet’i, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelal’i bizzat göz ile müşahede eden’’ Rahmetenli’l-Âlemîndir.[114]
  2.  Çünkü Resul-i Ekrem (As), O Zat-ı Akdesin: ‘’Daire-i a’zamiyesinin ünvanı olan Arş-ı A’zamına girerek, tâ Kab-ı Kavseyn’e, yani imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama (çıkarak) Zât-ı Celil-i Zülcemal ile görüşen’’[115] bir Zât tır. 
  3. Çünkü Habib-i Rahmanî olan O Zat (As): ‘’Mektubat-ı Samedaniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebed’in bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemalâtının istihsancısı, halili ve cemalinin hayretkârıdır.’’[116]
  4. Zira Kâinatın İllet-i Gáiyesi olan O Zat (As): ‘’Risalet-i Ahmediyesiyle (as) Sâni’in en mühim bir maksadı, bir nuru ve bir âyinesidir. ‘’[117]
  5. Hoca-i Kâinat olan ve: ‘’Hutbe-i ezeliyeyi okuyan O Zât (A.S.M.), kâinatın kemalâtını keşfeden canlı bir güneştir. Saadet-i ebediyeyi ihbar ve tebşir ediyor. Saltanat-ı rububiyetin mehasinin dellâlı ve esma-i İlahiyenin gizli definelerinin keşşafıdır.’’[118]
  6. 18 O Şems-i Hidayet (as): ‘’..Kitab-ı kebirin âyet-i kübrası ve o Kur’an-ı Kebirdeki ism-i a’zamı ve o şecere-i kâinatın çekirdeği ve en münevver meyvesi ve o saray-ı âlemin güneşi ve Âlem-i İslâmın bedr-i münevveri ve rububiyet-i İlahiyenin dellâl-ı saltanatı ve tılsım-ı kâinatın keşşaf-ı zîhikmeti dir.’’[119]
  7. Hakikatın En Parlak Sirâcı olan (as):‘’Şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye (A.S.M.), kâinatın manevî bir güneşi olduğu gibi, bu kâinat denilen Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası ve o Furkan-ı A’zam’ın ism-i a’zamı ve İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamının bir âyinesidir.’’[120]
  8. Saadet-i Ebediye Müjdecisi olan O Zât: ‘’Sultan-ı Ezelî’nin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçıdır.’[121]
  9. Çünkü:  ‘’Nasılki onun risaleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubudiyeti dahi öteki dârın açılmasına sebep ’’[122]olacak bir zattır.
  10.  Habîb-i A’zam oluşuna binaen: ‘’Hem ekser enva’-ı kâinat o zâtın birer meyve-i mu’cizesini taşımak suretiyle onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa, elbette o zât, şu kâinat Hâlıkının en sevgili mahlûkudur’’[123]
  11.  Mu’cizat-ı Bâhire Sahibi: O Zât-ı Mübarek (A.S.M), yukarıya celal ile parmağını kaldırmakla şakk-ı Kamer eden ve aşağıya cemal ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi sular akıtan bir Zât-ı muciznûmadır.[124]
  12.  Hakikatın En Parlak Sirâcı O Zât’a: ‘’Nev’-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı Arz onun hükm-ü manevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üçyüz sene ışıklandırmış’’ bir Zat’ı nuranidir.[125]
  13.  O Şems-i Hidayetin nuruyla: ‘’Arzın nısfı ve nev’-i beşerin humsu o zâtın sıbgı ile sıbgalansa, yani manevî rengiyle renklense ve o zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbi-i ervahı olsa; elbette o zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabb’in en büyük abdidir.’’[126]
  14.  Şefaat-ı uzma sahibi O Zât: Bütün ümmetin saadetiyle alâkadar ve iki cihanın güneşi olan Hazret-i Muhammed (as), şefaat-ı kübrası için Makam Mahmud’ verilen bir zattır.[127]
  15.  Hem nasıl ki, bütün: ‘’Nevi mevcudatın, hattâ yıldızların da bir ser-zâkiri ve nur-efşan bir bülbülü (olduğu gibi, O Habib-i Zîşan da) bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azîmi ve en kerimi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını latif secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvî tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev’-i beşerin andelib-i zîşanı dır’’[128]
  16.  Sultan-ı Ezel ve Ebed’in Mübelliği ve Elçisi olan O Zât: ‘’İnsanlar içinde, şu kâinat Sâni’inin makasıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammasını açan ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden’’[129] bir zât’tır.
  17.  Çünkü Rahmet-i İlâhiyenin timsali olan O Zât (as): Rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en beliğ bir lisanı ve dellâlı ve Kur’an’da Rahmeten-lil-Âlemîn ünvanıyla tesmiye edilen bir zattır.[130]
  18.  Saltanat-ı Rubûbiyetin Dellâlı olan O ‘’Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) .. hem bütün kemalât-ı insaniyeyi câmi’, hem bütün tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar, hem bütün tabakat-ı kâinata nâzır ve saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve marziyat-ı İlahiyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşafıdır.’’[131]
  19.  O Bürhan-ı Nâtık (as): ‘’Şu mevcudat Hâlıkının vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtıkı, bir delil-i sadıkı olduğu gibi; haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı katı’ı, bir delil-i satı’ıdır.’’[132]
  20.  Çünkü Mekârim-i ahlakın sahibi olan O Zât: ‘’Dost ve düşmanın ittifakıyla, mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve.. bil’ittifak nev’-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir.’’[133]
  21.  Muhammed-ül Emin olan O Zât: ‘’Dost ve düşmanın ittifakıyla kemal-i iffet ve tamam-ı ismet‘’[134] sahibidir.
  22.  Muhammed-i Kureyşî  (as): Bedir Harbi’nde düşmanın hücumu anında bile şer’an ruhsat olduğu halde namazını cemaatla kılarak ve ashabına da emrederek, bir sünnete riayet etmeyi, en büyük bir hâdise-i dünyeviyeye tercih eden ve ettiren bir zat-ı nuranidir.[135]
  23.  Muhammed-i Hâşimî (as): Amcası vasıtasıyla çok büyük dünyevi teklifler ile nübüvvet davasından vazgeçmesi istenince; ‘’Ey amca! Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm” diyen bir Zâttır.
  24.  Sahib-üs seyf ve asâ sahibi olan O Zat (as): Gazve-i Uhud’da, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın iki tarafında, Hazret-i Cebrail ile Mikâil (as) nöbetdarlık ettiği bir zat-ı dürr-i yektâdır..[136]
  25.  Zebur’da Tevrat’ta ve İncil’de, ‘’Esma-i Nebevî (bahsinde haber verildiği gibi)”seyf ve asâ sahibidir.” Evet sahib-üs seyf enbiyalar içinde en büyüğü; ümmetiyle cihada memur, (olan Zât) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.’’[137]
  26.  Ey Ben-i Âdem: ‘’Nasıl ki taşlar, ağaçlar, Kamer, Güneş onu tanıyorlar; birer mu’cizesini göstermekle, nübüvvetini tasdik ediyorlar. Öyle de: Hayvanat taifesi, ölüler taifesi, cinler taifesi, melaikeler taifesi o Zât-ı Mübarek’i tanıyorlar ve nübüvvetini tasdik ediyorlar ki; onlar, onu tanıdıklarını, herbir taifesi, bazı mu’cizatını göstermekle gösteriyorlar ve nübüvvetinin tasdikini ilân ediyorlar.’’[138]
  27.  Öyle ise:’Ey insanlar! İbret alınız… Kurt, arslan; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanıyor, itaat ediyorlar. Sizlerin hayvandan, kurttan aşağı düşmemeye çalışmanız iktiza eder’’[139]
  28.  Çünkü Rauf ve Rahîm olan O Zât (as): Yevm-i kıyamette nebilerin dahi (nefsî, nefsî) dediği bir günde kendisine ‘şefaat-ı uzma ve makam-ı mahmud’ verilen, iki cihanın güneşi, Muhammed (as)’ın sünnet-i seniyyesine ittiba edelim ki, Rûz-i mahşerde ondan şefaat istemeye yüzümüz olsun.

 Not: Nursî, Nebiyy-i Zîşan (A.S.M.)’a  yüklenen bu çok yüksek sıfat ve  hasletlerde bir anlam kayması olmaması için şu ikazları yapar:

-Doğru nübüvvet telakkisinde Zâtî ile tecelliyi tefrik etmek:

Resul-i Ekrem (As)’ın ‘’Mebde-i hayatına şek ve şübhe ile bakan adam herhalde masdar ile mazhar, menba’ ile makes, zâtî ile tecelli aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şübheye düşer. Evet, Nebiyy-i Zîşan (A.S.M.) tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar ve makestir; masdar ve menba’ değildir. Çünkü O zât yalnız âbiddir ve ibadetçe herkesten ileridir.

Demek bu kadar görünen terakkiyat, kemalât onun zâtî malı değildir. Ancak hariçten verilen Rahman-ı Rahîm’in tecellileridir.’’[140]

Çünkü: ‘’O Zât herkesçe müsellem ümmiliğiyle beraber, geçmiş enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi Kur’anın lisanıyla söylemiştir. Ve onların ahvalini, sırlarını beyan ederek âleme neşr ü ilân etmiştir. Bilhâssa naklettiği onların kıssaları, bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celbeden dava-yı nübüvvetini isbat içindir.’’[141]

-‘’Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’aniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bahusus bir ümminin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhite istinad ediyor ve cemi’ eşyayı birden görebilir, ezel ve ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir zâtın kelâmıdır. Âmennâ…’’[142]

  O bir beşerdir fakat elindeki ferman beşer kelamı olamaz:

‘’Hem maden-i kemalât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdaniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor; belki söylettiriliyor. Evet Hâlık-ı Kâinat tarafından söylettiriliyor. Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir.

Çünki sâbık işaretlerde kısmen beyan edilen binler delail-i nübüvvetle; Hâlık-ı Kâinat bütün o mu’cizatı onun elinde halketmekle gösterdi ki; o, onun hesabına konuşuyor, onun kelâmını tebliğ ediyor. Hem ona gelen Kur’an ise içinde, dışında kırk vech-i i’caz ile gösterir ki, o Cenab-ı Hakk’ın tercümanıdır.

Hem o kendi zâtında bütün ihlasıyla ve takvasıyla ve ciddiyetiyle ve emanetiyle ve sair bütün ahval ü etvarıyla gösterir ki; o kendi namına, kendi fikriyle demiyor.. belki Hâlıkı namına konuşuyor.’’[143] 

-‘’Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hem beşerdir, beşeriyet itibariyle beşer gibi muamele eder; hem Resuldür, risalet itibariyle Cenab-ı Hakk’ın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder.’[144]

       Bir zaman  İslam’ın amansız bir düşmanı dedi:

    Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm)’ın dini nedir?”

 İngiliz Anglikan Kilisesinin boğazımıza bastığı bir zamanda, Meşihat-i İslâmiyeden sorduğu sorular ve verilen cevaplar:

‘’Bir zaman bî-aman İslâmın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle, hem inkâr suretinde,

Hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek şemâtetkârâne bir istifham ile dört şey sordu bizden,

Altı yüz kelime istedi. Şemâtetine karşı yüzüne “Tuh!” demek desisesine karşı küsmekle sükût etmek, inkârına karşı da

Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatap etmem. Bir hakperest adama böyle cevabımız var.

O dedi birincide:

Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) dini nedir?”

Dedim: İşte Kur’andır.

  • Erkân-ı sitte-i iman,
  • Erkân-ı hamse-i İslâm,
  • Esas maksad-ı Kur’an.

Der ikincisinde: “Fikir ve hayata ne vermiş?”

Dedim: “Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dair şahidim:

  • “Emrolunduğun gibi dos doğru ol.” Hûd Sûresi, 11/112. –
  • “De ki: O Allah birdir.” İhlâs Sûresi, 112/1

Der üçüncüsünde: “Mezahim-i hazıra nasıl tedavi eder?”

  • Derim: “Hurmet-i riba, hem vücub-u zekâtla. Buna dair şahidim:
  • “Allah faizin bereketini giderip onu mahveder.” Bakara Sûresi, 2/276.
  • “Allah alışverişi helâl, faizi haram kıldı.” Bakara Sûresi, 2/275.
  • “Namazı dos doğru kılın, zekâtı verin.” Bakara Sûresi, 2/43.

Der dördüncüsünde: “İhtilal-i beşere ne nazarla bakıyor?”

Derim: Sa’y, asıl esastır. Servet-i insaniye, zalimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde. Buna dair şahidim:

  • “İnsan için, ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53/39.
  • “Altını ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda harcamayanları acı bir azapla müjdele.” Tevbe Sûresi, 9/34.[145]

Resul-i Ekrem (As) ve diğer Peygamberlerin tebliğ, davet ve temsil vazifeleri:

 Varlık âlemi deruhte ettikleri vazife bakımından ‘daire-i ulûhiyet ve daire-i risalet’ ikiye ayrılır.

Risalet dairesinin birçok vazifelerinin yanında, en mühim vazifelerinden birisinin de, ulûhiyet dairesinin semavî kitap ve suhuflar ile beyan ettiği, emir ve nehiyleri halka tebliğ, davet, temsil ve talim etmek olduğu şeklinde yukarı sahifelerde ikili bir tasnif yapılmıştı.[146]

Bu ikili tasnife göre ‘daire-i ulûhiyet ve daire-i risalete’ terettüb eden vazife ana hatlarıyla şöyle idi.

a) Nübüvvet bağlamında Ulûhiyet dairesine terettüb eden vazifelerden birisi; yeryüzü ahalisinin ‘ne yapacaklarını ve niçin yapacaklarını ’irsal-i Rusül ve inzal-i Kütüb’’ ile beyan ederek, semavî fermanlar ile va’z etmektir.

b) Risalet dairesinin vazifesi ise; semavî fermanlar ile beyan edilen, emir ve nehiyleri, halkın nasıl yapılacaklarını fiilen tatbik ederek, talim ve tarif etmektir.[147] Bu temel esaslara göre:

Ulûhiyet dairesinin emir ve nehiylerinin, halka tebliğ ve talim eden Peygamberlerin, bir kısım fiilî, hâli, kavlî sözleri ve tavırları:

  1. Peygamberler: “Hilkat-i hükûmet ve fenn-i hikmetinnev’-i beşere sorduğu üç sual-i azîm olan; Nereden geliyorsunuz?  Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir? Suallerine (Nev’-i beşer namına) cevap verirler.’[148]
  2. Mesela: ‘’En müşkil, en umumî ve bütün mevcudata sorulan üç-dört gayet acib suallere’’ [149]Resul-i Ekrem (As) Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ile tam doğru ve gayet mükemmel bir şekilde cevaplar vermiştir.
  3. Çünkü Muhammed (as): ’Sırr-ı hilkat-ı âlemin, muamma-i acibanesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek’[150]; ‘‘Âlem-i gayb ve melekûtu seyr ve ziyaret etmekle, ervahı müşahede ve melaike ile musahabe (makamına terakki ederek) cin ve insanlara irşad vazifesiyle’[151] tavzif edilmiştir.
  4. Hem Cin ve insanlara irşad vazifesiyle tavzif edilen Peygamberler: وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ “Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.”[152]ve اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلكِنَّ اللّهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir “[153]âyetlerinde de beyan edildiği gibi;

 Peygamberler hidayete erdirmeye memur değil,  ancak tebliğe memurdurlar. Çünkü Hidayet vermek sadece Cenab-ı Hakk’a aittir. O nebi ve resuller, kendi vazifelerini yaparlar, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmazlardı.[154]  

  1. Peygamberlerin en mühim vazifelerinden birisi de, ‘Nefsin ve eşyanın hakikatini bildirmektir’. Çünkü Resul-i Ekrem (As): “Nefsini (kendini) bilen rabbini bilir ve nefsini (kendini) en iyi bileniniz rabbini en iyi bileninizdir”[155] buyurmuştur.  Bu kudsî hakikate binaen, Resul-i Ekrem (As), ‘’Nefsin’’ ve “Eşya’nın’’ hakikatini ümmetine talim etmiştir. Yani “Nefse ve eşya”ya, mânâ-yı ismî ile değil, mânâ-yı harfî ile bakmayı öğretmiştir.

 Veya “Nefse ve Eşya”ya Allah canibinden bakmak lâzım geldiğini, bu bakışın da ancak nur-u imanla olabileceğini söylemiştir.[156]

  1. Ubudiyet-i külliye cihetiyle, kesret tabakatının dergâh-ı İlahiyedeki elçiliğiyle beraber, kurbiyet ve risalet cihetiyle de dergâh-ı İlahînin, kesret tabakatında memuriyetini ifa etmektir.[157]

     7.  ’Rububiyet dairesinin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.’’[158]

  1. Ubudiyet dairesinin nazarlarını kesret dairesinden, vahdet dairesine tevcih ederek, Sultanın rızasını kazanma yolunda ahaliye rehberlik etmek; yani ubudiyet yolunu/dairesini açmaktır.[159]

     9.’Hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu’’[160] keşf ederek, halka şerh ve tebliğ etmektir.

  1. Peygamberler, Nev’-i beşere; terakkiyat-ı maddiye ve terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar, birer ustabaşı ve üstadlık etmişlerdir.[161]
  2. Özellikle Resul-i Ekrem (as): ‘’ جِئْتُ لاُتَمِّمَ مَكَارِمَ اْلاَخْلاَقِ Yani; benim insanlara Cenab-ı Hak tarafından bi’setim ve gelmemin (en) ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır’’[162] der. Çünkü O ferman etmiş

(ki): اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş”[163] buyurarak, manevi terakkiyatın en ehemmiyetli bir esası olan, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri, Nev’-i beşere talim etmiştir.

     12.  Teşebbüh-ü bil-Vâcib değil, ahlâk-ı İlahiye ile ahlaklanmak: Nübüvvet silsilesinin, Nev’-i beşere talim ve tedris ettiği en mühim içtimai prensiplerden birisi, ‘ahlâk-ı hasenedir’ Çünkü onlar:  

’Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, za’fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-i İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler

(Halbuki silsile-i felsefe ise hezeyan ederek): “İnsaniyetin gayet-ül gayatı, “Teşebbüh-ü bil-Vâcib”dir.. yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir.” deyip firavunane  hükmetmişler.’[164]

     13. Bu dünyada ‘’En mühim vazifesi müşahede, şehadet, dellâllık ve nezaret olan insanlara’’[165] şu Kâinatın Sâni’i’nin, makasıdının ve marziyyatının ne olduğunu en mükemmel bir surette bildirmek ve beyan etmektir.[166] 

     14. Kainat sarayına davet edilen Sâni’in misafirlerini; ‘’O sarayın.. sâni’ine iman etmek üzere cazibedar, hayret-efza davet’’[167] ederek, ‘’Saraya ..girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etmektir.’[168]

  1. Peygamberler: ‘’İnzar ve tahvife (korkutmaya) memur oldukları gibi; Allah’ın rızasını, lütfunu, kurbiyetini ve saadet-i ebediye gibi tebşiratını tebliğe de memurdurlar.’’ [169]
  2. 16. Peygamberler halkı ‘’İnzar ve tebşirde’’ uslüpları kavl-i leyyindi Çünkü Cenab-ı Hakk, Hazret-i Musa (as) gibi ulü-l azm bir Peygamberini, Firavun’a bile gönderirken: “Ona yumuşak söz söyleyin; olur ki öğüt alacağı veya Allah’tan korkacağı tutar ”[170] buyurmuştur.
  3. Nebiler risalet vazifesinin mukabilinde insanlardan bir ücret istemezler:

a) Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Hakîm’in, birçok sûrelerinde, hakkı neşreden peygamberlerin :  اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ, yani “Benim mükâfâtımı vermek ancak Allah’a aittir “[171] diyerek insanlardan istiğna gösterdiklerini nakleder.

b) Sure-i Yâsin’de: اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ (yani) “Doğru yolda olan ve sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere tâbi olun.”[172]diye buyrulur.[173]

c) Şûrâ Sûresinde ise: لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى “De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir.”[174]

Burada zikredilen bu iki âyetten başka daha birçok sûre ve âyetlerde açıkça ve tekrar ile beyan edildiğine göre, Peygamberler Cenab-ı Hakk’ın emrini neşir ve davet ve tebliğ vazifesi mukabilinden insanlardan bir ücret ve mükâfat istememişlerdir.

  1. Birçok hadis kaynaklarına nakledilen; ‘’Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar, ancak ilim miras bıraktılar. ’’ (Buhari, İlm, 10; Ebû Davut, İlm, 1; Tirmizi, İlm,19)[175]Hadis-i Şerifinin de işaretiyle, bir mevhibe-i İlahiye olan iman hakikatlarının neşri olan tebliğ, davet, temsil ve talimde, hâlis bir niyetle beraber, dünyevi menfeatlardan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmekle  daha müessir olunabileceği mesajı verilmektedir.[176]

    19. “Ümmetî, ümmetî[177] diyerek dünyaya gelen, Hz. Peygamber  (asm), bütün ömrü boyunca ümmetinin hidayeti için kavli, fiili ve halî dua etttiği gibi, ahirette ise ‘’Mahşerin dehşetinden herkes hattâ enbiya dahi “nefsî, nefsî” dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “ümmetî, ümmetî” diye re’fet ve şefkatini’’ göstererek kendisine verilen ‘makam-ı mahmud’ mertebesinden ümmetine  ‘şefaat-ı uzmâda’[178] bulunacaktır.

Sonuç:  ‘Nübüvvetin imkânı ve lüzumu’ ana başlıklı bu çalışmamızda kitap, sünnet ve R. Nur Külliyatı kaynaklarına göre, ’Ulûhiyet, risalet, âhiret ve Kâinat arasındaki telazuma’ dayanan Nübüvvetin hakikat ve mahiyetini anlamaya çalıştık.

Özellikle ilm-i kelamın, ‘imanda istisna caiz değildir’ temel kaidesine göre ’Ulûhiyet ve risalet’ akidelerinin ve diğer erkân-ı imaniyenin, tefrik kabul etmez, tecezzi kaldırmaz ve kabil-i inkısam olmayan bir küllî oluşlarını müzakere ettik.

Peygamber tanımını, kronolojik tarihler arasına sıkıştırılmış ve sıradan tarihsel şahsiyetlerin anlatıldığı gibi değil, onları (as) her zaman örnek alınabilecek şahsiyet-i maneviyeleri cihetleriyle nazara vermeye çalıştık.

 Son olarak da Peygamberlerin tebliğ, davet ve şefaat vazifelerinin neler olduğunu kısaca nazara vererek çalışmamızı hitama erdirdik.   

                                                                                    Nail Yılmaz

                                                                  24- Ocak- 2023

                                                                    Soma okuma programı seminer notları.

Dipnotlar:

  1. Şualar ( 237 )
  2. Şualar ( 237 )
  3. Şualar ( 240 )
  4. Şualar ( 623 )
  5. Muhakemat ( 140 )
  6. İşarat-ül İ’caz ( 13 – Sözler 116 )
  7. Lem’alar ( 336 )
  8. Hutbe-i Şamiye ( 32 )
  9. İşarat-ül İ’caz ( 12 )
  10. Sözler ( 236 )
  11. Mesnevi-i Nuriye ( 31 )
  12. Sözler ( 23-99-122 ) Mektubat ( 168-219 )
  13. Sözler ( 254 )
  14. Sözler, (İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012), 952.
  15. Mektubat ( 237 )
  16. İşarat-ül İ’caz ( 11 ) Mektubat ( 193 )
  17. Lem’alar ( 127 )
  18. i.a, 37.cilt. sh:323
  19. Lem’alar ( 226 )
  20. Eski Said Dönem Eserleri. Yeni Asya Neşr.2009/İstanbul. Sh 524
  21. Mektubat ( 120 )
  22. İşarat-ül İ’caz ( 161 )
  23. Sözler ( 567 )
  24. Muhakemat ( 137 )
  25. Şualar ( 96 )
  26. Şualar ( 439 )
  27. İşarat-ül İ’caz ( 22 )
  28. Mesnevi-i Nuriye ( 36-37 )
  29. Sözler ( 235 )
  30. Mesnevi-i Nuriye ( 254 ).
  31. Mesnevi-i Nuriye ( 138 )
  32. Sözler ( 61 )
  33. Sözler ( 464 )
  34. Sözler ( 628 )
  35. Kastamonu Lahikası ( 211 )
  36. Mesnevi-i Nuriye ( 138 )
  37. (Âl-i İmrân/81)
  38. İşarat-ül İ’caz ( 49 )
  39. Mektubat ( 452)
  40. (KUR’AN YOLU, TÜRKÇE MEÂL VE TEFSİR. Diyanet Yayınları. Ankara/2006- 1. Cilt. 619.)- H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat ve Dağıtım/ 1971-6. Cilt:3872)
  41. https://9lib.net/article/n%C3%BCb%C3%BCvvetin-i%CC%87mk%C3%A2n%C4%B1-gereklili%C4%9Fi-ve-peygamber-g%C3%B6ndermenin-h%C3%BCkm%C3%BC.4zp2kooy
  42. Lem’alar ( 81 )
  43. Mesnevi-i Nuriye ( 37 )
  44. İşarat-ül İ’caz ( 16 )
  45. Emirdağ Lahikası-1 ( 146 )
  46. Mektubat ( 306 )
  47. Sözler ( 14 )
  48. Sözler ( 541)
  49. Sözler ( 254 )
  50. Mektubat ( 111 )
  51. İşarat-ül İ’caz ( 84 )
  52. Sözler ( 62 )
  53. Sözler ( 62 )
  54. Şualar ( 238 )
  55. Sözler ( 122 )
  56. Sözler ( 62 )
  57. Mesnevi-i Nuriye ( 184 )
  58. İşarat-ül İ’caz ( 161 )
  59. Mektubat ( 89 )
  60. Sözler ( 511 )
  61. Sözler ( 512 )
  62. Lem’alar ( 226 )
  63. Mektubat ( 90 )
  64. https://9lib.net/article/n%C3%BCb%C3%BCvvetini%CC%87mk%C3%A2n%C4%B1-gereklili%C4%9Fi-ve-peygamber-g%C3%B6ndermenin h%C3%BCkm%C3%BC.4zp2kooy
  65. Hutbe-i Şamiye ( 32 )
  66. Lem’alar ( 336 )
  67. Şualar ( 239 )
  68. İsrâ Sûresi, 17: 15
  69. Barla Lahikası ( 324 )
  70. Kastamonu Lahikası ( 111 )
  71. Barla Lahikası ( 375 )
  72. https://www.sorularlasaidnursi.com/risale-i-nurda-ilm-i-kelam-nubuvvet-ve-vahiy/#Nubuvvetin_dili
  73. İmam Rabbani, Mektubat Terc. Semerkand yayınları. 2016/ İstanbul. 2. Cilt Sh. 32
  74. Mektubat ( 385 )
  75. https://9lib.net/article/n%C3%BCb%C3%BCvvetini%CC%87mk%C3%A2n%C4%B1-gereklili%C4%9Fi-ve-peygamber-g%C3%B6ndermenin-h%C3%BCkm%C3%BC.4zp2kooy
  76. Sözler ( 387 )
  77. Sözler ( 704 )
  78. Şualar ( 100 )
  79. Şualar ( 21 )- lemalar (316)
  80. Sözler (406-439 )
  81. Hutbe-i Şamiye ( 135 – 136 ) Mesnevi-i Nuriye ( 140 ) Mektubat ( 253 )
  82. Sözler ( 88 )
  83. Münazarat ( 9 )
  84. İ.Gazali -Mevlana Şibli Nûmânî. Terc. Yusuf Karaca. Kayıhan Yayınları. İstanbul/ 2012. Sh: 47
  85. İşarat-ül İ’caz ( 144 )
  86. İşarat-ül İ’caz terc. Prof. Dr. Şadi Eren Şahdamar yay.2013. İstanbul. Sh.353
  87. İşarat-ül İ’caz ( 119 )
  88. İşarat-ül İ’caz ( 144 )
  89. Sözler, (İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012), 952.
  90. Muhakemat ( 142
  91. Mektubat ( 91 )
  92. İlk Dönem Eserleri, (İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012), 225-227.
  93. Muhakemat ( 140 )
  94. İlk Dönem Eserleri, (İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012), 225-227.
  95. Mektubat ( 91 )
  96. Sözler ( 576 )
  97. Sözler ( 577 )
  98. Mektubat ( 97 )
  99. Mesnevi-i Nuriye ( 22)
  100. Mesnevi-i Nuriye ( 116 )
  101. Sözler (235 -689 )
  102. Şualar ( 134 )
  103. Şualar ( 134 )
  104. Sözler ( 459 )
  105. Emirdağ Lahikası-1 ( 176 )
  106. Barla Lahikası ( 324 )
  107. İşarat-ül İ’caz ( 107 )
  108. Sözler ( 404 )
  109. Mesnevi-i Nuriye ( 53 )
  110. Sözler ( 237 )
  111. Sözler ( 289 )
  112. Şualar ( 252 )
  113. Sözler ( 582 )
  114. (Sözler 581)
  115. Sözler ( 566 )
  116. Sözler ( 581 )
  117. Şualar ( 36 )
  118. Mesnevi-i Nuriye ( 25 )
  119. Sözler ( 307 )
  120. Lem’alar ( 328 )
  121. Mesnevi-i Nuriye ( 116 )
  122. Sözler ( 240 )
  123. Sözler ( 69 )
  124. Sözler ( 263 )
  125. Mektubat ( 89 )
  126. Sözler ( 69 )
  127. Şualar ( 97 )
  128. Sözler ( 356 )
  129. Sözler ( 568 )
  130. Sözler ( 15 )
  131. Sözler ( 563 )
  132. Sözler ( 239 )
  133. Lem’alar ( 59 )
  134. Mektubat ( 27 )
  135. Emirdağ Lahikası-2 ( 246 )
  136. Mektubat ( 157 )
  137. Mektubat ( 170 )
  138. Mektubat ( 152 )
  139. Mektubat ( 154 )
  140. Mesnevi-i Nuriye ( 86 )
  141. İşarat-ül İ’caz ( 109 )
  142. Sözler ( 436 )
  143. Mektubat ( 192 )
  144. Mektubat ( 93 )
  145. Sözler (746)
  146. Mesnevi-i Nuriye ( 31 )
  147. Sözler ( 23-99-122 ) Mektubat ( 168-219 )
  148. Emirdağ Lahikası-2 ( 94 )
  149. Emirdağ Lahikası-2 ( 94 )
  150. Sözler ( 236 )
  151. Mesnevi-i Nuriye ( 53 )
  152. Nur Sûresi, 24:54.)
  153. Kasas Sûresi, 28:56
  154. Mesnevi-i Nuriye ( 171 )
  155. İmam-ı Gazâlî. Mearicül-Kuds. Sh. (9)
  156. (İşarat-ül İ’caz. 162
  157. Sözler ( 61 )
  158. Sözler ( 265 )
  159. Sözler ( 121 )
  160. Sözler ( 120 )
  161. Sözler ( 254 )
  162. Hutbe-i Şamiye ( 19 )
  163. Lem’alar ( 54 )
  164. Sözler ( 541 )
  165. Sözler ( 180 )
  166. Sözler ( 568 )
  167. Mesnevi-i Nuriye ( 116 )
  168. Sözler ( 574 )
  169. İşarat-ül İ’caz ( 146 )
  170. Tâ-Hâ Sûresi(20) 44.
  171. Yunus Sûresi, 10.72; Hûd Sûresi, 11.29; Sebe’ Sûresi, 34.47.
  172. Yâsin Sûresi, 36.21.
  173. Mektubat ( 13 )
  174. Şûrâ Sûresi, 42:23.
  175. https://sorularlaislamiyet.com/alimler-peygamberlerin-mirascilaridir
  176. Mektubat ( 70 )
  177. Lem’alar ( 19 )
  178. Lem’alar ( 19 )
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Vefat Yıldönümünde Mehmet Akif’in İç Portresi

MEHMET AKİF’İN ÎÇ YÜZÜNÜN PORTRESİ Evvelâ insanlara, sonra ahlâklarına düşman olmuyordu; insanların ev­velâ ahlâklarını sevmiyordu, …

Kapat