Üst-Diliniz Yoksa Yoksunuz

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yazar: Yusuf KAPLAN

Bir dil var, bir de üst-dil. Ancak dil’in varlığını sürdürebildiğini yalnızca üst-dil’e bakarak söyleyebiliriz.
Dil, hakîkat’e; üst-dil ise, hakikat’in sûretine tekabül eder. Dil, Vācibü’l-Vücüd’a; üst-dil “mevcud’a karşılık gelir. Dil Vahy’i, yani Asliyâťı, üst-dil ise Hz. Peygamber’i (sav) ifade eder.
Yani bir Öz var, bir de Söz. Öz vahyin metni, yani Kur’ân-ı Kerîm; Söz ise, (vahyin tecessüm etmesi, sûrete ve sîrete dönüşmesi anlamında) Kerem Sahibi Elçi’dir.
Hz. Peygamber, olmadığı, aracılık etmediği sürece, Kur’ân Metni’nin Söz olma özelliği tahakkuk etmez. Dolayısıyla Söz, Öz’ün, özüne uygun bir şekilde tahakkuk ettirilmesi, tatbik edilmesi, hayata geçirilmesidir. Hayata geçirilmeyen Söz’ün hem Öz’le irtibatı kopar ve bizim Özle rabıta kurma imkânlarımız ortadan kalkar, hem de Öz’ün bizatihî kendisinin Öz olarak, bütün asliyeti ve hayatiyetiyle özünü yitirmeden vücut bulabilmesi zorlaşır.
Özün Söz’de vücut ve hayat bulabilmesi, ancak hâl hâline gelebilmesiyle mümkün olabilir. İşte buna sünnet-i seniyye diyoruz. Yani Hz. Peygamber’in siret’i. Hz. Peygamber’in Rasûl-i Ekrem yani Kerem Sahibi Elçi olarak adlandırılmasının sebeb-i hikmeti, bizim, “ümmet-i merhûme” olarak O’nun ümmetinin önüne ne kadar muazzam ve muazzez bir rahmet kanadı gerdiğinin müşahhas bir işareti, göstergesi olmasıdır sünnet-i seniyye’nin.
Toparlarsak… Önce Öz Vardır, Söz değil. Ancak Özün vücüda gelebilmesi için, Söz’ün, Hz. Peygamber’in sîretiyle bize tavassutu zorunludur.
Benim “Dil” ve “Üst-dil” diye tarif ettiğim Öz ve Söz, doğrudan Rabbimiz’le ve O’nun Terbiye ettiği ve Kerem Sahibi Kıldığı Kutlu Elçi’yle ilgili hakikatlerdir. Bu hakikatlerin bizim hayatımızda gerçeğe dönüşebilmesi, hayatımızda hâl hâline gelebilmesiyle mümkündür
Dil ve Üst-dil, Öz ve Söz, Asıl ve Usûl veya Norm ve Form, medeniyetlerin iki temel eksenini oluşturur. Medeniyetlerin, bizim hayatımızda tahakkuk ettirilebilmesi, işleyebilmesi, bizim ikinci bir üst-dil geliştirebilmemizle mümkündür. Bu da, ancak sünnet-i seniyyenin bizim önce sûretimiz, sonra da sîretimiz håline dönüştürülebilmesiyle imkân dåhiline girebilir.
Yani medeniyetlerin iki temel ekseni vardır. Birinci Eksen Asliyatla ilgili Asli Eksen’dir. Bu ekseni, Öz yani “Dil” oluşturur. Bu ekseni, Yaratıcı Ruh olarak adlandırıyorum.
İkinci Eksen ise, Aslîyâtın Tecelliyat’ıyla ilgilidir. Bu ekseni, Söz yani “Üst-dil” oluşturur. Bu ekseni, Kurucu İrade olarak adlandırıyorum. Sözünü ettiğim bu iki eksen bütün medeniyetleri açıklar, açıklayabilecek bir anahtar sunar.
İslâm medeniyetinde, bu iki temel eksenin birincisi İlâhî Boyut; ikincisi ise Peygamberî Boyut’tur. Birinci Eksene ilâhî Şuur Ekseni, ikinci Eksen’e ise Peygamberî Şuur Ekseni diyebiliriz.
İşin bizi ilgilendiren boyutu, bundan sonra başlıyor. Bizim mükellefiyetimiz, birinci eksenle özetlediğim Öz’ü / Dil’i, İkinci eksendeki Söz, Üst-dil çerçevesinde Beşerî Şuur hâline getirmemizden ibarettir. Bunun yolu, Asliyatın nasıl Tecelliyât hâline dönüştürüldüğünü gösteren peygamberimizin sîretini sûretimiz ve sîretimiz hâline dönüştürebilmemizden, yani hâl hâline getirebilmemizden geçiyor.
Eğer Hz. Peygamber’i devre dışı bırakmaya kalkışacak olursak, Vahyin kısa devre yapmasını önleyemeyiz: Önüne gelen, Kitabımızı kafasına göre anlamaya kalkışmaktan kurtulamaz. Dolayısıyla ortada Protestanlaştırılmış, yani ruhu yok edilmiş, sadece kuru sözden ibaret ve isteyenin keyfine göre anladığı ölü bir metin kalır. Bu durumda Hz. Peygamberin varlığının hiçbir anlamı da kalmamış olur.
Dolayısıyla asıl mesele, Dil’in / Öz’ün / Vahy’in nasıl hayata geçirilebileceğini Üst-dil’le / Söz’le / sîret’iyle bize gösteren Hz. Peygamber’in bu işi ve işlemi nasıl yaptığını idrâk edebilmek ve hål håline getirmek meselesidir. Sadece, kavil, sadece fiil hâlinde kalan bir vahiy idrâkinin bizim vahyi tam olarak idrâk etmemize ve hayatımızı oldurtabilmemize yetebilmesi mümkün değildir.
Bu şu anlama geliyor: Medeniyetin hayata geçirilebilmesi, yani İslâm’ın hayatımız olabilmesi, Hz. Peygamber’in geliştirdiği üst-dil ameliyesini bizim de tipkı onun gibi bir üst-dil nazariyesi ve ameliyesi geliştirerek sûretimiz ve sîretimiz hâline getirebildiğimiz zaman İslâm’ın zamanımızı, mekânımızı; dış dünyamızı ve iç dünyamızı aynı anda tanzim edebilmesi, imkân dâhiline girebilir.
Bu da ancak en geniş anlamıyla sanat alanında gerçekleştirilebildiği zaman mümkün olabilir. Yani mekânımızı / dış dünyamızı örneğin tıpkı Sinan -çağında olduğu- gibi imar edememişsek, İslâm’ı hal hâline getiremediğimize hükmedebiliriz. Şehirlerimize, etrafımıza şöyle bir bakmamız, söylemek istediğim şeyin ne anlam ifade ettiğini görebilmemiz için kâfidir.
Özetle sanatınız yoksa hayatınız da yoktur, olmayacak demektir. Başkalarının hayatlarında, başkalarının tanzim ve imar ettiği bir dünyada yaşıyorsunuz demektir. Dolayısıyla siz, siz olarak yaşamıyorsunuz demektir. Önce siz, siz olabilmelisiniz. Bu da ancak Hz. Peygamber’in geliştirdiği üst-dil üzerinden kendinize özgü bir üst-dil geliştirebilmenizle mümkündür. Çünkü Hz. Peygamber’in sîretiyle irtibat kurabilmek bir estetika meselesidir. Her şeyi hazmetme, yutma, “mideye indirme” zevksizliğinden kurtularak, kendi dünyamızı bizatihi kendimizin inşa ve imar edebilmesi meselesidir.
O yüzden üst-diliniz yoksa, yoksunuz, diyorum.

Kaynak: Gerçek Hayat Dergisi, 3 Temmuz 2009
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Cıss

Yazar: Destan Şahlan ÇOCUĞA SÖYLENEN “CISS”LAR kadar fıtrilikten uzağız anlaşılan. Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) evinde (dikkat …

Kapat