Ana Sayfa / Yazarlar / Veda Haccı

Veda Haccı

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İskender Pala’nın Muhammed romanının final kapanış kısmı iki bölümden ibarettir, biri veda haccı diğeri de irtihal, öteye göçtür. Peygamberler ve büyük zatlar dünyada görevleri bitince hemen ebede göçmek istemişler. Hz Mevlana da giderken eşi istersen kalabilirdin sözü ne karşı, ben en büyük doktlarıma gidiyorum, burada mı kalayım, der. Bediüzzaman da büyük sıkıntılar ve zulümler içinde eserlerinin basılmasından sonra dünyadan göçmek istemiş ve “Beni Hazreti ibrahim” çağırdı diyerek Peygamberler şehrine gitmiş oradan Refik-i Âlâya uruc etmiştir.

Muhammed romanının bu  kısmında veda haccı bütün sıcaklığı ile anlatılır.

“İnsanlar!..” dedi, yirmi iki yıldır çalışıp didinerek Allah’ın kendisine verdiği görevi tamamlamanın sevinci ve insanlığı özüne döndürmenin hazzıyla “İnsanlar!..” Bu hitap  insanla­ra değil insanlığaydı. İnsanlar öz kimliklerinden uzaktaydı çünkü, Allah’a kulluktan uzaktaydı. İnsan olmak, insaniyetli olmak yeterince itibar, yeterince iltifat idi. “İnsanlar!..” ifa­desi bütün insanlığa seslenişti; bu yüzden başka bir sıfata gerek duymadı, yalnızca “İnsanlar!..” diyerek başladı sözleri­ ne. Değerli, kıymetli, sayın, muhterem, aziz gibi iltifat sıfat­larının hiçbirine gerek duymadan “İnsanlar!..” dedi. Gerçek insan olmak, bütün bu sıfatıann da sahibi olmak; insanlı­ğın hakikatine ermek demekti çünkü. Yüzyıllardır yaratılan insanlar içinden seçilmesi de, hak ve hakikat  adına süren 553 mücadelesi de bunun içindi. Allah’ın, yaratılmışların en şe­reflisi olarak muhatap aldığı insanı özüne döndürdükten sonra onlara yalnızca “İnsanlar!..” demesi yeterdi. Çünkü bu, savrulan insanlığı merkezde birleştirmek ve onlara yeniden insan olduklarını hatırlatmak demekti. Kendisini dinleyen­ler kaç yüz yıldır insanlıktan çok uzak yaşamış zavallıların çocuklarıydı ve şimdi kendilerine dönüyorlardı.

“İnsanlar! Sözümü iyi dinleyiniz!”

Kadın, erkek; genç, ihtiyar yüz bini aşkın kalbe hitap edi­yordu. Çıt çıkmayan Arafat salırası dalga dalga bekleyişte, halka halka dinlemedeydi. Hiçbir el hareket etmiyor, hiçbir ağız açılmıyor, hastalıklar acısını yutkunuyor, dermanı ke­silen dizler bir çöpü bile kımıldatmamak için heykel kesili­yordu. Arafat’ta o güne kadar Arap yurtlarının gördüğü en ihtişamlı kalabalık vardı ve ses olmasın diye heyecanların gözyaşları gönüllere damlıyor, kanlar kalp çırpıntıları du­yulmasın diye damarlarda donacak gibi oluyordu.

Kılbe’deki putların parçalanmasından ve bütün Kureyş’le birlikte Arap kabilelerinin peş peşe Müslüman olmasından sonra gönüllerden gönüllere nur yolculukları başlamış, dört bir yandan herkes akın akın nura koşmuştu. Gülüm sevinç liydi, huzurluydu. Ekilen tohumlar fidana duruyordu. Her birinde yedi başak, her başakta yetmiş dane. Huzuruna dur­madan heyetler geliyor, her biri kabilesi adına Müslüman olduklarını bildiriyor, gülüm de uzak yakın demeden Müslü­man olan her kabileye arkadaşlarından öğretmenler gönde­ riyordu. Bir yıl içinde yüzbinler böyle oluşuverdi.

Nihayet neşeli şarkılar söylüyordum. Hicretten bu yana geçen on yılın en güzel  şarkıları. Medine civarına konan sayısız kabileye sesimi duyurmanın bahtiyarlığı içindeydim. 554

Derken Medine’den yeni bir sefer başladı. Zilkade’nin yirmi beşinde… Öğleyle ikindi arasında… Bambaşka bir fetih için; gönüller fethi için… Gülüm hacca gidecekti. Zülhuleyfe’ye gelince saçlarını tarayıp güzel kokular süründüğünde anla­dım bunu. Yüzyıllardır ilk kez Kabe’nin yalnızca Müslüman hacılar tarafından tavaf edileceğini düşündüm. İçinde put olmadan ve yalnızca Allah adı anılarak… İşte bu, zaferin ta kendisiydi. Güzeller güzelinin risalet zaferi!.. Kabe yüzyıllar sonra yeniden kendisi olacaktı; Kabe dostum İbrahim’in Kâbe’si, Hanif dinin mabedi olacaktı. Gülüm, yolda “İbrahim’in mirası” derken ve kendisiyle birlikte hacca niyet edenleri “Allah’ın halkı” olarak  nitelerken bunu anlatıyordu. Yürür­ken şarkılarımı dinleyen otuz bin kişi ve başlarında Habi­ bullah… Sevinçten ağlamak istiyordum. Gülüm Muhammed, dostum İbrahim’in ayak izlerinde tekbir getirecek, Allah’ın adını yükseltecekti… Nasıl ağlamazdım?

Zülhuleyfe’den sonra kalabalık arttıkça arttı. Bütün ır­maklar büyük bir nehrin yatağına koşar gibi mürninler akıp akıp geldiler ve çölün sıcağını gönül serinliğine çevirdiler. Silahları yoktu ama dillerinde tekbirleri vardı. Mücadeleler ve korkular geride kalmış, gönüller şad ve gözler yaşlıydı. Sefer meşakkati had safhada ama ruhlar huzurluydu. Yollar uzadı, uzadı ve ta mahşere bağlandı… Büyük heyecan her­kesin kalbini inceltmiş, müminin hüzünlü hali bütün çölü bir ışık gibi kaplamıştı. Gülüm herkesin duyabileceği sesle o güne kadar hiç söylemediği sözler söylüyordu. Ben bu sözleri tanıyordum. Dostum İbrahim, oğluyla birlikte Kabe’nin inşa­ atını bitirdiklerinde böyle demişti. Cebrail’in aynı cümleleri gülüme de öğrettiğini anladım. O cümlelere telbiye dediler. Bir dua gibi ama bir teslimiyet… Bir kulluk gibi ama bir te­şekkür … Arkadaşları gülümün söylediklerini  tekrar etmeye 555 başladılar. Her birkaç adımda bu cümleler bir halka daha genişledi ve kısacık bir süre içinde gözlerden yaşlar akarak karşı ufuklardan ve tepelerden yankılandı:

“Lebbeyk!.. Allahümme lebbeyk!.. 1 Buyuur, Allah’ım buyuuur!.. İşte buradayım, emrine koştum, buyuur!.. Senin hiçbir ortağın yoktur. Buyur Allah’ım, buyuuur! Hamd sana mahsustur, nimet de senin, mülk de senindir… Hiçbir orta­ğın yoktur! Lebbeyk!.. Allahümme lebbeyk!..”

Bir gün, iki gün, beş gün… Gittikçe  büyüyen bir insan seli, gittikçe büyüyen teslimiyet, gittikçe büyüyen hıçkırıklar ve gittikçe büyüyen İslamiyet… Seyyale, Ravha, Osaye, Suk­ya, Ebva, Kudeyd ve Gamim… Kah ikindi, kah sabah, bazen teheccüd, bazen zuhr… Allah adı, Allah zikri… Onuncu gün­ de, Zilhicce’nin beşincisinde Pazartesi günü Merruzzahran’a vardık… Mahşeri bir kalabalıkla… Güneş battı batıyordu. Önde gülüm, ardında ümmeti. Mekke’ye gusül abdesti almış ve sabah namazını kılmış olarak girmişti. Fetih gününde gir­diği yerden, Batha’daki yukarı vadiden… Dostu İbrahim’in yürüyen hayalini gördüğüm yerden.

Mekke onu büyük bir izdihamla karşıladı. Gelenler mi çoktu, bekleyenler mi seçmek zordu. Gelirken, her yer boşal­mış da insanlar yalnızca Mekke’ye yürüyor zannetmiştim; Mekke’yi görünce de herkes buradaymış da dışarıda kimse kalmamış gibi anladım. Kâbe haremini kaç yüz yıldır hiç bu kadar kalabalık görmemiştim. Mekke’nin harerne yakın so­kaklarında adım atma imkanı yoktu.

Gülüm doğruca Kâbe’ye gitti. Bir zamanlar kendi elleriyle duvara yerleştirdiği Hacerülesved’i selamlayıp tavafa başla­dı. Dünya dönüyordu, başlar dönüyordu, kalpler dönüyordu ve gülümün kalbi, Kâbe’yle bütünleşiyordu. Bir ara Kâbe mi 556 gülümün çevresindeydi, yoksa gülüm mü Kılbe’nin; aynınma varamadım. Çünkü Kabe yeryüzünün kalbiydi ve gülümün kalbiyle aralarında bir nur akımı başlamış, dönüşün her adımında bu akımdan müminlere tekbirler, salavatlar, du­alar yağıyordu. Tavaf bitince dosturnun hatırasını yaşatan Makam-ı İbrahim ile Kılbe arasında iki rekat namaz kıldı. Ardından Safa Tepesi’ne vardı ve dosturnun mübarek eşi, İsmail’in annesi Hacer’in hatırasını tazeleyip Merve’ye doğru sayini tamamladı.

Ertesi sabah, namazdan sonra Mekke’deki yüz bin nur heykeli, beyaz ihramlannın içinde gülümün peşinden ta ak­şama kadar dura dinlene, zikrede okuya Ebtah, Mina, Nemira yoluyla Arafat’a geldiler. İşte hac başlıyordu. Bilal’in güzel sesiyle ovalar çınlamış, nurani kalabalık rükusu ve secdesiy­le, duası ve arniniyle yüce Allah’ı anmışlardı. Yolda bir yan­dan gülümün huzuru, diğer yandan dostum İbrahim’in ha­tıralarıyla mest idim. Özellikle de Mina’da duygulanmıştım. Dostum İbrahim’in yaptıkları dün gibi hatırımdaydı. Şeytan bir türlü peşini bırakmamış, onu caydırmak için kalbine girmeye çalışmış o da yedi defa dönüp dönüp onu taşlamış, kovmuştu. Yarın gülüm ve ashabının onun hatırasına burada yedişer taşı Cemerat’a fırlatarak benlikleriyle mücadele ede­ceklerini ve ondan sonra kurbanlarını keseceklerini henüz

bilmiyordum. Beraberlerinde  getirdikleri mübarekleri Kâbe’ye varmazdan evvel, burada kurban edeceklerini ve İsma­il’in anısına bir atıfta bulunacaklarını keşfettim. Nefislerin kurban edilişi anlamına gelecekti bu. Yüzyıllardır kabaran, azan ve vahşileşen nefislerin yok edilmesi, insanın nefsine galip gelişinin göstergesi olacaktı. Gülüm bütün ömrünü buna harcamış sayılırdı. İnsan, nefsine kurban mı olacak, yoksa nefsini kurban mı edecek? Allah’ı bir bildikten sonra 557 nefsin kurban edilmesi  gerekiyordu  çünkü. Üstelik  kurban bir şükrün de adıydı; dostum İbrahim’in oğlunu kurban et­mekten kurtuluşunun şükrü… Dedesi Abdülmuttalib’i ve ba­bası Abdullah’ı hatırladı. .. 

Yol boyunca dostum ile gülüm arasında hiç durmadan kı­yaslamalar yaptım. Bir keresinde “Ben en fazla babam Hz. Adem’e  benzerim; peygamberler içinde  bana en çok beze­ yen de atam İbrahim’dir,” demişti. Şimdi fark ediyordum ki dostum İbrahim, gülüme çok benziyordu. Galiba gülümün gelmesi için İbrahim bir öncü idi diye düşündüm. “Âlemlere rahmet olanın atası İbrahim,” dedim içimden, “güzel soylu İbrahim, sen ne güzel dost idin ve tarunun Muhammed ne güzel bir sevgili!” Muhammed adını anınca elbette “Sallalla­ hu aleyhi ve sellem ” dedim. Çünkü artık gülümün adı anılan her yerde “Salat ve selam onun  üzerine olsun” demek herkes için olduğu kadar benim için de bir nimettir. Bugün, bura­da, Arafat sahrasında, kızıl devesinin üzerinde “İnsanlar!” diye başladığı şu hutbe de  zaten bunu göstermişti. İnsan­ lığın değişmez kural, kanun ve nizarniarını bir nasihat diye müstakbel hacılara anlatması, insan hakianna dair sınırları belirlemesi ve insanlığa bir ışık yakması bundandı. Her pey­gamber -dostum İbrahim de dahil- insanların  güzel bir ha­yat sürdürmeleri, birbirlerine dürüst davranmaları, Allah’a ve diğer varlıklara karşı hak ve sorumluluklarını yerine ge­tirmeleri için tebliğler getirmişlerdi. Nebiler sultanı, rahmetin sakisi ve Refref’in süvarisi gülümün tebliği ise bütün geçmiş tebliğierin en gelişmiş, en kapsamlı haliyle yeniden harmanlanmasıydı. Bir şeyi anladım; kıyamete kadar artık başka bir gül açmayacaktı ve bütün insanlık mahşer yerinde Allah’ın huzurunda toplandığı zamana kadar onun ıtırları ve desenleriyle yaşayacak, ondan saptıkça yolunu kaybedip 558 sancılanacak, ona sarıldıkça aydınlanıp derman bulacaktı. Şimdi şu kızıl devenin üzerinde söyledikleri hemen hemen bunun bir özeti gibiydi: Yüz bini aşkın insan kulak tutmuş dinliyor, sesi başka seslerle çoğaltılarak koca sahranın her köşesine ulaştırılıyordu:

“İnsanlar! Sözümü iyi dinleyinizi Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.

İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes  bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl müba­rek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.

Mürninleri Size iki emanet bırakıyorum, onlara sanlıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve peygamberinin sünnetidir.

Ashabım! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslü­man Müslüman’ın kardeşidir ve böylece bütün Müslüman­lar kardeştirler. Bir Müslüman’a  kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.

(.. .)

İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olma­dığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerinde, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva­da, Allah’tan korkmadadır. Allah katında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahi bir köle ba­şınıza amir olarak tayin edilse sizi Allah’ın Kitabı’yla idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Suçlu, kendi suçundan başkasıyla suçlanamaz. Baba oğlunun suçu üzerine, oğlu 559 da babasının suçu üzerine suçlanamaz.  Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: Allah’a hiçbir şeyi or­ tak koşmayacaksınız. Allah’ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı haksız yere öldürmeyeceksiniz. Zina yapmayacaksınız. Hırsızlık yapmayacaksınız. Ben, insanlar ‘Lâ ilahe illallah’ deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum.  Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allah’a aittir.”

Hasta gönüllerin tabibi ve Hak Taala’nın habibi gülümün nasihatini böylece tamamladığını anladım. Sözleri, arkadaş­larına bir tür veda gibi geldi bana. Çünkü Arafat’ı dolduran mahşeri kalabalığa şöyle bir soru sordu:

“İnsanlar! Yann beni sizden soracaklar; ne diyeceksi­ niz?” 

Bu soru bir tür ibra idi. Yaptığından razı, yaptıklarından razı olanların  karşılıklı ibrası. Gülümün arkadaşları  böyle bir soru beklemiyorlardı. Yine de hiç tereddütsüz cevap ver­ diler. Birinin sesi diğerine karışınıyar gibi berrak cümlelerle ve birbirleriyle sanki sözleşmişçesine aynı kelimeleri kulla­ narak:

“Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifeyi hakkıyla yerine ge tirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, böylece  şeha­det ederiz”

Gülüm bunun üzerine son olarak nazil olan ve Kur’an’ı tamamlayan vahyi tebliğ etti. Bundan böyle ümmeti Allah’ın üzerlerindeki haklarını hakkıyla teslim edecekler diye umu­yordu. Bu tebliğ aynı zamanda kendi hutbesinin de sonuydu. Allah’ın sözüyle gülümün sözünün bu ayette buluştuğunu anladım:

“Bismillahirrahmanirrahim: Bugün kâfir olanlar dininiz­den ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden 560 korkun. Ben bugün dininizin hükümlerini ve size nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslam’ı beğendim!”110

Ortalık birden sessizleşiverdi. Az evvel  haykıran ve gü­lüme razılık bildiren o kalabalık sanki yeryüzünden çekilip gitmişti. Arafat salırasında yüz bini aşkın insan vardı ama herkes tenha bir gecede, bir sese hasret, yapayalnız kalmış kadar ıssızdı. Gülüm bunu önceden biliyormuş gibi çevre­sine bakındı. Sonra şehadet parmağını kaldırdı. Ardından müminlerin üzerine bir müşfik dal uzatır gibi indirdi. Ma­vera kafesinde Allah’ın bizzat öğrettiği tuti, son şakımasıyla ümmetini mest etmiş, tasdik alıyordu. Üç kere eliyle birlikte tekrar ettiği cümlesini herkesin tek tek duyduğunu anladım:

“Şahit ol ya Rab!” “Şahit ol ya Rab!” “Şahit ol ya Rab!” 

Ve ansızın bir feryat koptu. Ezel kadar eski ve ebed kadar yeni olan din tamamlanmıştı. Ağlayanlar, hıçkıranlar, tekbir getiren!er, salavat ve telbiye okuyanlar… Herkes gibi benim de içimi bir hüzün kapladı. Gülümün sözleri bir vedayı dillendirmişti. Yüreklere hasretin çöktüğü andı. Biliyordum, hiç kimse birbirine dillendirmese de hepsi Allah elçisinin öm­rünün sonuna geldiğini düşünüyorlardı. Pek çoğu da bunu aklından söküp atmak için “Şimdilik haccı tamamlamak ge­rekiyor,” diye kendini oyalayıp kalabalığın sesine uymaya başladılar:

”Allahu Ekber, Allahu Ekber! La ilâhe illallahu va’llahu ekber! Allahu ekber ve li’llahi’l-hamd!”

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Fikrî Mülâhazalar – 16

FİKRÎ MÜLAHAZALAR - 16 ▪️Cenâb-ı Hak, Kitâb-ı Kerîm'inde şöyle teminat verir; اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ …

Kapat