Vedûd ismi üzerine

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İSM-İ VEDÛD – 1

Kâinat kalbindeki ciddî aşk, bir Maşuk-u Lâyezâlî’yi gösterir”

Arapça’da sevgi, meveddet ve muhabbet yada vüdd ve hubb kelimeleriyle ifade edilir. Vedûd, “sevgi” anlamına gelen “mevedde” ve “vüdd” mastarından gelir. Fa’ûl kalıbı, hem ism-i fail hem de ism-i mef’ul mânâsına geldiği için, bu kalıpta gelen Vedûd da hem çok sevilen hem de çok seven diye mânâlandırılmıştır.1 İbn Kayyim’e göre “vüdd”, yine sevgi anlamına gelen “hubb”dan daha üstün ve daha derin anlam taşımaktadır.2 Allah peygamberlerini, meleklerini ve mü’min kullarını sever, onlar tarafından da sevilir. Onlara, Allah’tan daha sevgili hiçbir şey yoktur. Allah dostlarındaki Allah sevgisi, ne aslında, ne keyfiyetinde ve ne de taalluk ettiği şeylerde başka hiçbir sevgiye denk olamaz. Kulun kalbindeki Allah sevgisinin bütün sevgileri geçmesi, bütün sevgilere galip gelmesi ve diğer sevgilerin hepsinin de O’nun sevgisine bağlı olması gerekir.3

Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın “Vedûd” ismi iki yerde geçmektedir.4 Hud Sûresi’nde Hz. Şuayb’ın (as) kavmine “istiğfar” ve “tevbe” etmeyi tavsiye etmesinden sonra “Şüphesiz benim Rabbim Rahim ve Vedûd’dur” demesinden bahsedilmiştir. Bürûc Sûresi’nde ise Cenâb-ı Hak kendisini “Gafur ve Vedûd” olarak isimlendirmiştir. Vedûd isminin, bir sûrede Rahim ismiyle, diğer bir sûrede ise Gafur ismiyle beraber zikredilmesinin önemli bir mânâsı ve hikmeti olduğu düşünülebilir. Vedûd isminin, her ne kadar Rahim ve Gafur isimlerine yakın bir mânâ ifade ettiği kabul görse de bu iki isimle arasında fark vardır. Meselâ, kişi kendisine kötülük eden kimseyi bağışlayabilir, fakat onu sevmeyebilir. Yine sevmediği kimseye de merhamet etmeyebilir. Allah ise, kendisine tevbe eden kulunu bağışlar, ona merhamet eder ve her şeye rağmen onu sever. Çünkü O, tevbe eden kimseleri sever. Yine kulu kendisine tevbe ettiği zaman onu sever.5

İmam-ı Gazali de Vedûd isminin Rahim ismine yakın bir mânâ taşıdığını düşünmüştür. Fakat aralarında ince bir farkın bulunduğunu da belirtmiştir. Gazali’ye göre Rahim ismi kendisine rahmet edileni gerektirir. Kendisine merhamet edilense muhtaç ve muztardır. Rahim’in işleri, kendisine merhamet edilecek her bakımdan zayıf olan bir varlığı icab ettirir. Vedûd’un ef’âli ise bunu gerektirmez, esirgeme bir sevgi neticesinden ileri gelir.6

Vedûd ile Rahim isimleri arasındaki farka dair dikkat çekici yaklaşımlardan biri de Bediüzzaman’a aittir. Mektûbât isimli eserinde, herkesin enfüsî tefekkürüyle tasdik edebileceği bu ince farkı şu veciz sözleriyle dile getirmiştir: “İsm-i Rahimin vüsûlüne vesile olan hissiyât-ı Yakubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedûd’a vesile-i vüsûl olan aşk ise, Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselâma karşı olan muhabbet meselesindendir.”7 Bu bakış açısına göre “şefkat yolu” Rahîm ismine ulaştırırken, Vedûd ismine götüren yol ise şiddetli muhabbet olan “aşk yolu”dur. Yine Bediüzzaman’ın bu meseledeki yaklaşımından hareketle, Kur’ân’da Hz. Yakub’un (as) şefkat hissi Züleyha’nın aşkından ne derece yüksek gösterilmişse, Esma-i Hüsna arasında Rahim isminin Vedûd isminden aynı derecede daha azam bir nura sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Bediüzzaman Said Nursî -Kur’ân’dan aldığı derse ittibâen- şefkati aşktan üstün tuttuğundan, meslek ve meşrebinde de aşk yerine şefkati esas kabul etmiştir. Şefkatin aşktan daha “keskin” ve “geniş” bir hakikat yolu olduğunu belirtmiştir.8Sekizinci Şuâ’da bu düşüncesini farklı bir ifade ile tekrarlamıştır: “Sâir meşreplerdeki aşk yerinde, Risâle-i Nur’un meşrebinde müştakane şefkattir ve re’fetkârâne muhabbettir.”9 Dördüncü Mektub’da ise kendisinde ve eserlerinde Hakîm ismiyle birlikte Rahîm ismine mazhariyetin söz konusu olduğunu dile getirmiştir.10

Bediüzzaman’ın aşk yolu yerine şefkat yolunu tercih etme sebepleri, bu hakikat yolunun “daha kısa”, “daha eslem ve müşkülatsız”, “daha geniş ve umumî”, “daha lâtif ve nezih” ve “daha hâlis ve sâfi” olmasıdır. Ayrıca o şefkati Allah’ın rahmetinin en lâtif, en güzel, en hoş ve en şirin cilvesi olarak görmüş ve şefkate “iksir-i nurânî” nazarıyla bakmıştır.11

Vedûd isminin tecellisi olan aşkı, “şiddetli bir muhabbet”12 olarak tarif eden Bediüzzaman, eserlerinin farklı yerlerinde aşkı “muzaaf ihtiyaç”13, “muzaaf muhabbet”14 ve “muzaaf iştiyak”15 olarak da nitelendirmiştir. Nur Külliyatı’nın dört farklı bölümünde ihtiyaç, iştiyak, muhabbet ve aşk arasındaki ilişkiye dair silsile şeklinde geçen bir kısım ifadeleri birleştirdiğimizde ise şu şekilde ilginç bir tesbitle karşılaşırız: Muzaaf meyil arzu, muzaaf arzu ihtiyaç, muzaaf ihtiyaç iştiyak, muzaaf iştiyak muhabbet, muzaaf muhabbet aşk, muzaaf aşk ise incizaptır.16 Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere ihtiyaç şiddetlendikçe iştiyak, iştiyak şiddetlendikçe muhabbet ve muhabbet şiddetlendikçe aşk olmaktadır. Aşkın en şiddetli hâli ise incizabı netice vermektedir.

İnsanın fıtratında cemale karşı muhabbet, kemale karşı perestiş ve ihsana karşı sevmek olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, cemal, kemal ve ihsanın derecesine göre muhabbetin şiddetinin arttığını dile getirmiştir. Aşkın en son mertebelerine kadar ulaşabilecek sınırsız bir muhabbet duygusunu insanın taşıdığından bahsetmiştir. Onun veciz ifadesiyle “bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir.”17

Cenâb-ı Hak insana ebedî hayatı kazanabilmesi ve ona yatırım yapabilmesi için sermaye hükmünde binlerce şiddetli duygular vermiştir. Bunlardan biri de aşktır. Bütün bu duyguların iki mertebesi vardır: Biri mecâzî, biri hakikîdir. İnsandan beklenen “mecâzî” olan “hafif” mertebesini dünya işlerinde, “hakikî” olan “şiddetli” mertebesini ise ahiret işlerinde kullanmasıdır. Bunu yaptığında insan her iki dünya saadetine (saadet-i dareyn) ve övülmüş bir ahlâka (ahlâk-ı hamîde) sahip olmakla birlikte, yaradılış gayesine (hikmet ve hakikat) uygun bir şekilde yaşamış olacaktır.18 Aksi halde ne hayatını ideal anlamda geçirmiş olacak ve ne de huzur ile saadeti yakalayacaktır. Mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu maşukundan şikâyetçidir. Çünkü kalbin batını Cenâb-ı Hakk’ın muhabbeti için yaratılmıştır. Allah adına ve mânâ-i harfiyle olmayan dünyevî sevgiler ve mecazî aşklar ise bu kudsî makamı putlarla doldurmak gibidir. Fıtrat, fıtrî olmayan bir şeyi reddettiğinden mecazî aşklarda ya tanınmama, ya tahkir, ya refakatsizlik ya da müfarakat söz konusudur. 19

Vedûd ismi, hem Kur’ân’da, hem Cevşen-i Kebir’de, hem de Ebû Hureyre’den Tirmizî ve İbn Mâce tarafından rivayet edilen her iki “99 Esmâ” listesinde de bulunmasına rağmen, Risâle-i Nur Külliyatında Mahbub ismine ondan daha sık rastlanır.20 Çünkü Nur Risâlelerinde sevgiden bahsedilirken vüdd yerine hubba, yani aşk yerine muhabbet hakikatine çok daha fazla yer verilmiştir. Ayrıca Risâle-i Nur’un mesleğinin tarikat değil, hakikat olması sebebiyle “aşk”ın sekri yerine muhabbetin sahvı makbuliyet kazanmış gibidir. Vedûd ismi, “Vedûd”21 ve “Baki-i Vedûd”22 terkibiyle Nur sayfalarında kendine yer bulurken, Mahbub ismi ise “Mahbub”23, “Mahbub-u Hakikî”24, “Mahbub-u Lâyezalî”25, “Mahbub-u Ezelî”26, “Mahbub-u Bakî”27, “Mahbub-u Sermedî”28 ve “Mahbub-u Zülkemal”29 gibi farklı terkipler halinde kullanılmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî’ye göre Vedûd ismi Cemil isminin içinde münderiçtir. Çünkü cemal ve hüsün bizzat, sebepsiz sevilirler. Ve cemal sahibi öncelikle kendi kendini sever.30 Zatı, sıfatı ve Esma-i Hüsna’sıyla sonsuz bir cemali ve hüsnü olan Cenâb-ı Hak ise sonsuz aşka ve muhabbete en lâyık olandır. Kendi sonsuz cemaline -sınırlı kabiliyetleriyle- ayna olan mahlûkatını Cemil-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak Vedûd ismiyle sevdiği gibi, zatının cemalini de kendi kudsiyetine lâyık bir şekilde sevmektedir.

Risâle-i Nur’da sıkça kullanılan ifadelerden biri de Cenâb-ı Hakk’ın kendisini “tanıttırmak ve sevdirmek”31 istemesi tabiridir. Bu İlâhî “şe’n”lerden32 “tanıttırmak / taarrüf” Maruf isminin; “sevdirmek / teveddüd”33 ise Vedûd isminin tecellilerine sebeptirler.34 Risâle-i Nur’un temel kavramlarından biridir “şe’n” ve “şuunat” kelimeleri. Risâle-i Nur’un hususî meselelerinden olan şuunat hakikatinin misallerle anlatıldığı iki Risâle’de Vedûd isminden de bahsedilmesi tesadüfî olmasa gerektir. Hem 32. Söz’de hem de 24. Mektub’da şuunât hakikati ile Vedûd isminin aynı metin içinde yer alması her ikisi arasında güçlü bir manevî bağın olduğunu düşündürmektedir. Çünkü Bediüzzaman, Esma-i Hüsna’yı eserlerine çok bilinçli bir şekilde nakşeden bir müelliftir. Bediüzzaman “izn-i şer’î olmadığından”35 şuunâtın yâd edilmesinde zorluk çekildiğini belirtmiş olsa da, kâinatı ve yaradılışı anlamada, yaradılıştaki hayret uyandıran faaliyetin sırrını çözmede, marifetullah ve muhabbetullah mertebelerinde terakkî etmede ve Cenâb-ı Hakk’ı hakkıyla tanıma ve sevmede çok önemli anahtar bir hakikat olması sebebiyle, bu meselede derin tahlillerde bulunmaktan vazgeçmemiştir. Onun yaklaşımlarından, Vedûd isminin Cenâb-ı Hakk’ın kudsiyetine lâyık bir şekilde “aşk şe’ni”ne dayandığını söylemek mümkündür. Nur Külliyatında bu İlâhî şe’n “aşk-ı mukaddes”36, “aşk-ı lâhutî”37 ve “aşk-ı mukaddes-i İlâhî”38 şeklinde farklı terkiplerle ifade edilmiştir.

Zerrelerden galaksilere kadar kâinattaki bütün çeşitlilik Cenâb-ı Hakk’ın Esma-i Hüsna’sından ve onların tecellilerinin çeşitliliğinden kaynaklanır. Meleklerin farklı ibadet etmelerinden peygamberlerin farklı şeriatlarına ve evliyaların farklı tarikatlarına kadar şahit olunan maddî-manevî bütün bu çeşitliliğin ardında yine aynı sır, aynı hakikat vardır. Canlılar üzerine ve özellikle insanlar üzerinde Cenâb-ı Hakk’ın ekser Esmâsı tecellî ettiği halde bir isim daha fazla hükmünü icrâ etmektedir. Meselâ, Hz. İsa’da (a.s.) Kadir ve Hz. Musa’da (a.s.) Mütekellim ismi daha fazla hâkimdir.39 “Yerde iken Arş-ı Âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ” eden Abdülkadir-i Geylani’de (r.a.) Hayy isminin hâkim olduğu gibi,40bütün diriliş ve hayat vermekle ilgili İlâhî icraatlara nezaret eden Hz. İsrafil’de (a.s.) de Hayy isminin azamî derecede hükmünü icra ettiği söylenebilir.41 Aşk yoluyla hakikate gitmeye çalışanlarda ise Vedûd ismi hükmünü icra etmektedir.42

Vedûd ismine mazhar bir kısım evliya Cenneti de istememişler ve Allah’ın muhabbetinin küçük bir pırıltısını her şeye tercih etmişlerdir. Çünkü onlar, dünyanın bin sene saadetli hayatı bir saatine değmeyen Cennet hayatını ve Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat Cenâb-ı Hakkın rü’yetine değmemesi hakikatini yakînen bilmektedirler.43 Âşk-ı hakikiye ulaşan velilerin “felâh”ları rü’yet-i İlâhiyeye mazhar olmaktır.44

Vedûd isminin kâinatın en geniş dairelerinden en gizli köşeleri olan insanın kalbine kadar her tarafta tecellîsi söz konusudur. Küçük ve dağınık birçok su sızıntısının varlığı büyük bir su kaynağını göstermesi misali, insanlardaki aşk ve özellikle insanlığın yüksek tabakalarında bulunan “aşk-ı lâhuti” de küllî bir cazibedar hakikatin varlığını âşikârâne göstermektedir. Kâinatı ağaca ve insanı meyveye benzeten Bediüzzaman, ağacın mahiyetinde bulunmayan bir şeyin meyvesinin esasında da yer alamayacağı kıyasıyla, insanın mahiyetindeki aşkın –farklı şekillerde– kâinatın tamamında da olması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Ona göre şahit olunan “incizaplar, cezbeler ve cazibeler”in bütün çeşitleri kâinat kalbindeki küllî aşkın yansımalarından başka bir şey değildir. Ve kâinat kalbindeki ciddî aşk ise Maşuk-u Layezalî olan bir Vedûd’un varlığını –basiret sahiplerine- göstermektedir.45

Vedûd ismine mazhar olan muhakkikin-i evliya, “Bütün kâinatın mayesi muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları muhabbettendir”46 demişlerdir. Bilim adamları ise atomiçi çekim gücünden, “aşk-ı kimyevî”47 diye tâbir edilen atomlar arası bağlardan gökcisimleri arasındaki gravitasyon kanunlarına kadar cereyan eden küllî bir hakikati keşfetmişlerdir. Dikkatle bakıldığında, tahkik ehli veliler ile bilim adamlarının keşiflerinin ufkunda Vedûd isminin tecellîsi bir güneş gibi doğmaktadır.

 

İSM-İ VEDÛD – 2

Tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbanî, o Habib-i Rabbü’l-Âlemin ile netice verir, mukabele görür”

Yirmi Dördüncü Mektub’un başında Rahim ve Hakîm isimleriyle birlikte Vedûd ismi de “Eâzım-ı Esmâ-i İlâhiye”den sayılmıştır.48 Ve bu uzun mektupta rahimiyet ve hakîmiyet ile birlikte vedûdiyet hakikatinin de kâinat fabrikasını faaliyete geçiren en önemli manevî unsurlardan biri olduğundan bahsedilmiştir. Kâinatın ve içindeki mevcudatın yaradılışına ve hareketlerine dair felsefenin öne sürdüğü hikmetleri çok ehemmiyetsiz bulan Bediüzzaman daha farklı hikmetler aramıştır. İlk olarak Hakîm isminin tecellilerini görmüş ve san’at eseri olan varlıkların, meleklerden insanlara kadar bütün şuur sahipleri için “mektub-u Rabbanî” olduklarını fark etmiştir. San’atlı varlıklar üzerinde insanların ve meleklerin de bilemedikleri harikaların varlığını düşündüğünde ise, bu hikmet ona yeterli gelmemiş ve daha büyük bir hikmet arayışına girmiştir. Bu arayışın sonunda aslında kâinatın ve mevcudatın en ehemmiyetli hikmetinin Cenâb-ı Hakk’a, yani “nazar-ı dekaikâşina” denilen O’nun eşsiz nazarına ayna olduklarını keşfetmiştir. Belirli bir süre sonra her şeyin sürekli değiştiği, bozulup yenilendiği dikkatini çektiğinde ise bu hikmeti de yeterli bulmamış ve çok daha büyük bir gaye arayışına girmiştir. Sonuçta onun bulduğu büyük gaye; Cenâb-ı Hakk’ın Zatının istiğnasına ve kudsiyetine lâyık bir sûrette “şefkat-i mukaddese”, “muhabbet-i münezzehe”, “şevk-i mukaddes”, “aşk-ı mukaddes”, “sürûr-u mukaddes”, “lezzet-i mukaddese”, “memnuniyet-i mukaddese” ve “iftihar-ı mukaddes” gibi şuunatın kâinatta sınırsız bir faaliyeti ve hareketi gerektirmesi hakikatidir.49 “Şefkat-i mukaddese” şe’ni Rahim isminin tecellileri şeklinde kâinattaki faaliyetlere yol açtığı gibi, “aşk-ı mukaddes” ve “şevk-i mukaddes” şe’nleri de Vedûd isminin tecellilerinin kaynağı olmaktadır.

İnsanda öyle bir meyil ve arzu vardır ki, bu arzu şiddetlendikçe şiddetlenmiş ve aşk derecesine ulaşmıştır. Aşk derecesine ulaşan bu fıtrî arzu “beka arzusu”dur. Vedûd isminin bir tecellisi insanın fıtratında bekaya karşı şiddetli bir aşk suretinde ortaya çıkmaktadır. Hatta insanoğlu her sevdiği şeyde Vedûd isminin bu cazibedar aksini görmek istemekte ve ondan sonra gerçek mânâda sevebilmektedir.50 Risâle-i Nur Külliyatı’nda Vedûd isminin “Baki-i Vedûd” şeklinde geçmesinin bir hakikati de bu sırra dayanıyor olsa gerektir.

Bediüzzaman insandaki beka aşkının aslında kendi bekası için değil, Baki-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakk’ın bekası için verildiğini, fakat gaflet yüzünden insanın gölgelere ve aynalara âşık olup yolunu şaşırdığına dikkat çekmiştir. İnsan, enaniyetin perde olmasıyla Baki isminin zayıf bir gölgesi olan kendi bekasının aşkıyla yanar olmuştur. Bediüzzaman’a göre bundan kurtulmanın çaresi ise “şuur-u imanî”dir. Yani kişi, imanî şuuru arttıkça iman bağıyla şahsî vücudundan başka sayısız baki vücudlarla münasebet ve alâka kesp eder. Allah’ın Esma-i Hüsna’sı sayısınca güçlü bağlarla bağlandığı mevcudatın vücudunu kendi vücudu gibi hisseder. Bediüzzaman’a göre “varlığa karşı fıtrî aşkın teskini”nin yegâne çaresi budur.51

Bediüzzaman’a göre Vedûd isminin bir tecellisi de ilhamlardır. Cenâb-ı Hakk kendini fiilleri ve eserleriyle sevdirdiği gibi, ilhamlar vasıtasıyla, özel sohbeti ve huzuruyla da sevgisini izhar etmektedir. İlhamın ise melek, insan ve hayvan türleri sayısınca birçok çeşitleri ve mertebeleri söz konusudur.52

Risâle-i Nur’da Vedûd isminin tecellisine azamî mazhariyet noktasında “âşık” mânâsında iki isim dikkat çekmektedir: Bunlardan biri Mevlânâ Câmi ve diğeri ise Şems-i Tebrizî’dir. Bediüzzaman Mevlânâ Câmi’yi “fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk” olarak nitelendirmiştir. Onun, insanın nazarını kesretten vahdete çeviren “Yalnız Biri iste, Biri çağır, Biri talep et, Biri gör, Biri bil, Biri söyle” veciz sözüne de eserinde yer vermiştir.53 Bediüzzaman, Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların, kâinattaki bütün incizab, cezbe ve cazibeleri Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ve ebedî cazibesinin işaretleri olarak gördüklerinden bahsetmiştir.54 Şems-i Tebrizî, Vedûd isminin azamî mertebesinden kâinatı seyrettiği için gök cisimlerinin hareketlerini, Cenâb-ı Hakk’ın kudsî cemali karşısında âşıkane bir raks ve sema olarak görmüştür. Sema denilince akla ilk Mevlânâ ve Mevlevîlik gelir. Oysa Mevlânâ, Şems-i Tebrizî’yle tanışmadan önce hiç sema yapmamış ve ölünceye kadar hiç bırakmadan sürdüreceği semaya, Şems’in; “Ey Celâleddin! Güneş döner, Dünya döner, Ay döner, dost döner” sözüyle başlamıştır.

Bediüzzaman’a göre bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapların özünde-ruhunda, ayrılığın elemi ve feryadı vardır.55 Hatta başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıklar ney sesinden ayrılığın elem verici şikâyet sesini duymuşlardır. Barla’da Çam dağında ağaçların ney sesine benzeyen sesini işiten Bediüzzaman ise, işittiği bu seslere çok daha farklı bir mânâ yüklemiştir. O ağaçları, her bir dalında binler neyler takmış, geçit resmine çıkmış ve müekkel meleğine cesed hükmüne geçmiş bir vaziyette hayal etmiştir. Onun işittiği ses “elemkârane teşekkiyât-ı firak” değil “teşekkürât-ı Rahmaniye” ve “tahmidât-ı Rabbaniye”dir.56

Aşk mesleğinde en ileri hudutlara gidenlerden biri de Muhyiddin-i Arabî’dir. Bediüzzaman, Muhyiddin-i Arabî’nin en yüksek mertebe olarak düşündüğü Vahdetü’l-Vücud meşrebini tahlil ederken, onun meşrebine dünya aşkının sebep olduğunu dile getirmiştir. Mecazî olan dünya aşkının hakikî aşka dönüştüğünde, bu aşkın Vahdetü’l-Vücud’a dönüştüğünden bahsetmiştir. Bediüzzaman, Vahdetü’l-Vücud meşrebini, dünyayı ve kâinatı mahbub kabul eden bir âşıkın, o çok büyük mahbubunu zeval ve firak kamçılarından kurtarmak çabası olarak görmüştür.57

Diğer taraftan “hüsn-ü zînet, âşıkların celbi içindir”58 ve “hüsün elbette bir âşık ister”59 diyen Bediüzzaman-iki yüzüyle-dünyanın aşka lâyık olduğunu da dile getirmiştir. Ona göre dünyanın üç farklı yüzü vardır. Birinci yüzü Cenâb-ı Hakk’ın esmasına, ikincisi ahirete ve üçüncü yüzü ise insanın heveslerine bakan yüzlerdir. İlk iki yüzde bozulmayan hakikî cemal ve güzellik olduğundan muhabbete ve aşka lâyıktırlar. Üçüncü yüz ise fani, geçici, aldatıcı ve elem verici olduğundan çirkindir ya da çirkinleşmeye mahkûmdur.60 Bediüzzaman’a göre “ayine-i esma-i İlâhiye” ve “mezra-i ahiret” olan dünyanın iki yüzü sevildiğinde “mecazî aşk” “aşk-ı hakikî”ye dönüşmektedir. Fakat bu değişimin önemli bir şartı vardır, o da insanın kendini unutup geçici, kararsız hususî dünyasını harici dünya ile karıştırmamasıdır. Hususî dünyasını, ahiretin ve Cennetin geçici bir fidanlığı kabul edip, kendisine verilen hırs, muhabbet, aşk gibi şiddetli duygularını uhrevî işlere yöneltmesidir.61

“Maşukun hüsnü, âşığın nazarını istilzam eder” dedikten sonra “gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zat, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin?” diye sorar Bediüzzaman ve ekler: “Güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.”62

Güle âşık bülbülü yaratmak Cenâb-ı Hakk’ın Vedûd isminin bir tecellisi ise birçok varlık türünün bülbülü mesabesinde vazifedarların varlığını da aynı ismin tecellilerinin penceresinden görmek mümkündür. Özellikle sinek ve böceklerin bülbüllerinin hem çok hem de çeşit çeşit olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, yıldızların bile zikirbaşı (serzâkir) hükmünde bir bülbülü olduğundan bahsetmiştir. Bütün bunlarla birlikte bir de, yerde ve göklerdeki bütün mevcudatın aşklarını, iştiyaklarını ve muhabbetlerini Cenâb-ı Hakk’a sunmakla vazifedar eşsiz bir bülbül-ü azam vardır. O bülbül-ü azam ise –“levlâke levlâk” hakikati sırrınca onun yüzü suyu hürmetine kâinat yaratılan- Peygamber Efendimiz’den (asm) başkası değildir. Bediüzzaman’ın beliğ sözlerinde bu kıymettar hakikat şöyle ifade edilmiştir: “Bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semavâtın bütün mevcudâtını lâtîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem’in bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı, Muhammed-i Arabîdir (asm).”63

Esma-i Hüsna’dan her birinin Peygamber Efendimiz’in (asm) peygamberliğine parlak bir delil olduğunu ifade eden Bediüzzaman, Vedûd isminin delil oluşunu ise şöyle izah etmiştir: “İsm-i Vedûdun cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbanî, o Habib-i Rabbü’l Âlemin ile netice verir, mukabele görür.“64 Cenâb-ı Hak Vedûd ismiyle hem cemalini, hem cemalinin şuâları olan esmâsını, hem esmasının cemalini gösteren san’atını, hem cemalinin aynası olan masnuatını, hem de masnuatın mehasinini (yâ da mehasin-i ahlâkını) sevmektedir. Vedûd isminin bu beş küllî tecellilerinde en yüksek mertebede Peygamber Efendimiz (asm) olduğu için “Habibullah” ünvanı ona verilmiş ve “makam-ı mahbubiyet”e o mazhar olmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’e (asm) olan kudsî sevgisini, Süleyman Efendi mevlidinde “Ben sana âşık olmuşum” şeklinde ifade etmiştir. Bediüzzaman ise bu tabiri doğru bulmamıştır. Çünkü bu cümle Cenâb-ı Hakk’ın rububiyetin şe’nine yakışmayan mânâları hatıra getirmektedir. Bediüzzaman bu sözün yerine “Ben senden razı olmuşum” ifadesinin daha doğru bir tâbir olacağını belirtmiştir.65

Cenâb-ı Hak kendi cemâlini ve esmâsını sevdiği gibi, cemalinin ve esmasının en parlak aynası olan Peygamber Efendimiz’i (asm) de sever ve ona benzeyenleri de derecelerine göre sever. Yine mahlûkatının güzel ahlâkını sevdiği gibi, güzel ahlâkın en yüksek mertebesinde olan Peygamber Efendimiz’i (asm) de sever ve ona benzeyenleri de derecelerine göre sever. Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini kazanmanın, Peygamber Efendimiz’e (asm) benzemekten ve Sünnet-i Seniyyesine ittiba etmekten geçmekte olduğu hakikati Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”66

Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın neleri sevip neleri sevmediği birçok âyette tekrarla zikredilmiştir. Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın iyilik edenleri67, günahlardan sakınan müttakîleri68, âdil davrananları69, tertemiz olanları70, tevbe edenleri71, sabredenleri72, tevekkül edenleri73 ve Allah yolunda duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları74 sevdiği bildirilmiştir. Diğer taraftan haddi aşıp aşırı gidenleri75, bozguncuları76, zalimleri77, inkâr edenleri78, hainleri79, nankörleri80, israf edenleri81, kendini beğenip övünenleri82, büyüklük taslayanları83, büyüklük taslayıp böbürlenenleri84, böbürlenip şımaranları85 ve çirkin sözün açıklanmasını86 Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği âşikâr bir şekilde bildirilmiştir.

Vedûd isminin hakikatine dair son sözü Bediüzzaman’a bırakalım ve buraya kadar bahsedilen bütün hakikatlerin hülâsası mahiyetindeki onun veciz sözlerini aktaralım:

“Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemil-i bâkînin ayine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşıkı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebedü’l-âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır. Çünkü ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz. Çünkü cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fenâ ise, o muhabbeti adâvete kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır.”87

“Ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâkî kalıp, ebede gidecektir. İşte Kur’ân şâkirdlerinin âkıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak, bizleri onlardan eylesin, âmin.”88

SON—

DİPNOTLAR:

1- Doç. Dr. Abdülaziz Hatip, Kur’ân ve kâinat penceresinden Esma-i Hüsna, Gençlik Yayınları, İstanbul 2004, s. 226.

2- İbn Kayyim, Ravdatu’l-mühibbin, s. 46., Çevrimiçi: “http://www.darulkitap.com”

3- Said el Kahtanî, Trc: Dr. Ahmet İyibildiren, Kur’ân ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitapevi, Konya 1997, s. 112.

4- Hud, 11:90; Bürûc, 85:14.

5- İbn Kayyim El Cevziyye, İmam el Kurtubî, Allame es Sadî, İbn Kesir, Beyhakî, Der: Hamid Ahmed Tahir el Besyunî, Çev: Mehmet Ali Kara, Esma-ül Hüsna, Karınca Yayınları, İstanbul 2004, s. 600.

6- İmam-ı Gazali, Trc: M. Ferşat, Esma-i Hüsna Şerhi, Ferşat Yayınevi, İstanbul 1972, s. 160.

7- Mektubat, 8. Mektup, s. 34.

8- Sözler, 26. Söz’ün Zeyli, s. 438.

9- Şuâlar, 8. Şua, s. 633.

10- Mektubat, 4. Mektub, s. 24.

11- Sözler, 26. Söz’ün Zeyli, s. 440; Mektubat, 17. Mektub, s. 80.

12- Mektubat, 9. Mektup, s. 37.

13- Sünûhat, s. 35.

14- Sözler, 32. Söz, s. 586.

15- Mesnevî-i Nuriye, s. 215.

16- Sözler, s. 487, 586; Mesnevî-i Nuriye, s. 215; Sünûhat, s. 35

17- Lem’alar, 11. Lem’a, s. 109.

18- Mektubat, 9. Mektub, s. 37.

19- Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve, s. 322.

20- Cevşen-i Kebir, Habib (45:3, 51:1, 94:10, 95:2); Mahbub (94:10); Vedud (56:3)

21- Sözler, s. 201, 570, 622; Mektubat, s. 284, 285, 288; Lem’alar, s. 228; Şuâlar, s. 77; Mesnevî-i Nuriye, s. 113.

22- Sözler, s. 437, 568

23- Sözler, s. 603.

24- Sözler, s. 49, 197, 441; Mektubat, s. 434, 444; Lem’alar, s. 348, 364; Şuâlar, s. 77

25- Sözler, s. 49, 197, 198, 620; Mektubat, s. 221, 223.

26- Sözler, s. 323, 620; Mesnevî-i Nuriye, s. 191

27- Sözler, s. 49, 327; Mektubat, s. 12, 221; Lem’alar, s. 21; Şuâlar, s. 77.

28- Sözler, s. 197, 244.

29- Sözler, s. 571.

30- Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, s. 575.

31- Sözler, s. 66, 112, 115, 272, 521, 530, 574, 621, 622; Mektubat, s. 209, 214, 288; Lem’alar, s. 191, 304, 306; Şuâlar, s. 25, 39, 52, 74, 114, 121, 214, 215, 236, 523; Mesnevî-i Nuriye, s. 156

32- Her biri birer İlâhî san’at eseri olan mevcudattan Cenâb-ı Hakk’ın zatına doğru olan marifetullah yolculuğunun istikametini belirleyen ve Risâle-i Nur’un birçok bölümünde çokça dile getirilen bir silsile vardır. Bu silsile eser, fiil, isim, sıfat, şe’n, zat silsilesidir. Yani bir eser varsa bu bir fiili, fiil ismi, isim sıfatı, sıfat şe’ni ve şe’n ise zatı göstermektedir. Meselâ, güzel, san’atlı ve mükemmel bir eser görüldüğünde öncelikle mükemmel ve güzel bir işin ya da fiilin varlığına hükmedilir. Fiil ve işin mükemmelliği ise güzel ve mükemmel bir ünvanı ve ismi gösterir. İsmin güzelliği ve mükemmelliği sıfatların güzelliğine ve mükemmelliğine, o da istidadın ve zatın güzelliği ve mükemmelliğine delil olur. Bu sır Cenâb-ı Hakk’ın zatı ile san’at eserleri olan mevcudat arasında da söz konusudur.

33- 33. Söz’ün 27. Penceresinde “Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe, Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîrin vücûb-u vücuduna ve vahdetine şehâdet eder. (s. 622)” ifadesi yer alır. Bediüzzaman bu cümlede “sevdirmek ve tanıttırmak”ı sıfat olarak ifade etmiştir. 32. Söz’ün 3. Mevkıf’ında (s. 575) ise “teveddüd, taarrüf şe’nleri” ibaresi vardır. Bu iki cümle dikkate alındığında “sevdirmek” ile “teveddüd”ün aynı şeyler olmadığı, birinin “sıfat” diğerinin “şe’n” olduğu da söylenebilir.

34- Sözler, 32. Söz, s. 575.

35- Sözler, 32. Söz, s. 569.

36- Sözler, 32. Söz, s. 569.

37- Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte, s. 528.

38- Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte, s. 529

39- Sözler, s. 519.

40- Mektubat, s. 215; Şuâlar, s. 122; Tarihçe-i Hayat, s. 315; Asa-yı Musa, s. 110.

41- Şuâlar, 11. Şua, s. 236.

42- Sözler, 24. Söz, 1. Dal, s. 302; Mektubat, 4. Mektup, s. 24; Mektubat, 8. Mektub, s. 35.

43- Sözler, s. 571.

44- 25. Söz, 1. Şule, 2. Şuâ, 1. Lem’a, s. 358.

45- Sözler, 33. Söz, 26. Pencere, s. 620.

46- Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf, 3. Maksad, 4. Remiz, s. 570.

47- Sözler, 32. Söz, 1. Mevkıf, s. 544.

48- Mektubat, 24. Mektup, s. 275.

49- Mektubat, 24. Mektup, s. 277-278.

50- Lem’alar, 3. Lem’a, s. 21.

51- Şuâlar, 4. Şuâ, 1. Mertebi-i Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, s. 59-61.

52- Şuâlar, 7. Şuâ, s. 116.

53- Sözler, 17. Söz, 198.

54- Şuâlar, 4. Şuâ, s. 74.

55- Sözler, 17. Söz, 2. Makam, s. 196.

56- Sözler, 17. Söz, 2. Makam, s. 206.

57- Lem’alar, 9. Lem’a, s. 92.

58- Mesnevî-i Nuriye, 10. Risâle, s. 173.

59- Sözler, 15. Söz, s. 162.

60- Sözler, 32. Söz, s. 571.

61- Mektubat, 1. Mektub, s. 16-17.

62- Mesnevî-i Nuriye, Zerre, s. 159.

63- Sözler, 24. Söz, 4. Dal, s. 320.

64- Lem’alar, 30. Lem’a, 5. Nokta, s. 499.

65- Mektubat, 24. Mektub, 2. Zeyl, 2. Nükte, s. 294-295.

66- Âl-i İmran, 3:31.

67- Bakara, 2:195; Âl-i İmran, 3:134, 148; Maide, 5:13, 93.

68- Âl-i İmran, 3:76; Tevbe, 9:4, 7.

69- Maide, 5:42; Hucurat, 49:9; Mümtehine, 60:8.

70- Bakara, 2:222; Tevbe, 9:108.

71- Bakara, 2:222.

72- Âl-i İmran, 3:146.

73- Âl-i İmran, 3:159.

74- Saff, 61:4.

75- Bakara, 2.190; Maide, 5:87; A’raf, 7:55.

76- Bakara, 2.205; Maide, 5:64; Kasas, 28:77.

77- Âl-i İmran, 3:57,140; Şûra, 42:40.

78- Âl-i İmran, 3:32; Rum, 30:45.

79- Nisa, 4:107; Enfal, 8:58; Hac, 22:38.

80- Bakara, 2.276; Hac, 22:38.

81- En’am, 6:141; A’raf, 7:31.

82- Nisa, 4:36; Hadid, 57:23.

83- Nahl, 16:23.

84- Lokman, 31:18.

85- Kasas, 28:76.

86- Nisa, 4:148.

87- Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte, 5. Şuâ, s. 535.

88- Sözler, 11. Söz, s. 116.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Önceki yazıyı okuyun:
Tenasuh (reenkarnasyon), bâtıl bir inançtır (SON) / İsmail AKSOY

Tenasuh (reenkarnasyon), bâtıl bir inançtır (SON) İnsandaki kabiliyetler inkişaf ettiği zaman, insan kendini bir âlem …

Kapat