Yavuz Bülent Bakiler ile Âdâbımız Üzerine

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

YAVUZ BÜLENT BÂKİLER İLE SÖYLEŞİ

Öncelikle edeb-terbiye kavramı üzerinden konuşmak isteriz. Sizin de tecrübeleriniz ışığında aile içinde edeb-terbiye nerede durur?

Ben çok yanlış bir aile terbiyesi altında büyüdüm. Annem beş vakit namazında, niyazında bir kadındı. Okuması vardı fakat yazması yoktu. Ömrü boyunca
okuduğu bir kitap vardı: Hz. Ali’nin Kesikbaş Destanı. Bu kitabı ben de okuyup tenkit edince annem beni dinden, imandan çıkmakla suçlamıştı. Halbuki bu kitabın akılla, mantıkla, İslâm’la, Hz. Ali ile hiçbir beraberliği yoktu. Ben daha ziyade babamın terbiye
sisteminden şikâyetçi idim. Babamla katiyen karşılıklı oturup konuşmadık. Çünkü ona göre benim onunla konuşmam, terbiyemin bozulmasına yol açacaktı. O bakımdan annem aramızda elçilik yapardı.

Ben meselelerimi anneme söylerdim, annem de babama anlatırdı, sonrasında neticeyi bana gelip söylerdi. Çok yakından arkadaşlarının beyanlarına göre, babam bir şehirde müftülük yapabilecek kadar ilim sahibi bir kimse imiş. Beş vakit namazında idi, her sene mutlaka bir veya iki defa hatim indirirdi. Ama bütün bunlara rağmen, terbiyem bozulmasın diye babam benimle konuşmuyordu. Benim ilk kitabım Üsküp’ten Kosova’ya çıktığı zaman babam, rahatsızlığı sebebiyle Ankara’ya gelmişti. Bir müddet yanımda kaldı. Kitabımı kendisine verdim. Okumaya yazmaya merakı var idi. Gelip gidip gözümün ucuyla bakıyordum. Bir defa bitirmiş, ikinci kez okuyordu. Sonrasında bana bir tek cümle söyledi: “Adamı berbat etmişsin.” Kitapta adı geçen bir şairi kastediyordu. Bir başka zaman Sivas’tan Ankara’ya geldiği vakit, daha önce çekilmiş ve televizyonda yayımlanan programıma bakıyorduk. Ama babamın ağzından olumlu, olumsuz tek kelime çıkmıyordu.

Bir dönem Sivas’ta siyasete girdim. Meydan konuşmalarına çıkardım. Babam da gelirdi o konuşmalara. Ben babamın olduğu yerde konuşmakta sıkıntı çektiğimden onun bulunduğu tarafa hiç bakmazdım. Konuşmamın sonunda babam beni beklerdi. Meydanda yanına doğru giderdim o da başı ile eve gidelim diye işaret ederdi. Babamın arkasında olduğum halde eve doğru yürürdük. Yanında yürümek, elimi cebime sokmak en büyük terbiyesizlik sayılırdı. Ben edeb ahlâk anlayışı bakımından bunları çok yanlış görüyorum. Böyle bir baba evlat münasebeti olamaz. Bir tek cümle ile bana “Tebrik ederim oğlum, iyi konuştun vs.” kabilinden bir şey demiyordu. Ancak babamın torunlarına muamelesi çok farklı oldu. Bir gün eve geldiğimde babamın evde olduğunu askıda paltosundan, şapkasından anladım. Ancak salona girdiğimde babamı göremedim. Eşim babamın masanın altında olduğunu işaret etti. Babam torunlarını sırtına bindiriyor yerde dizleri üstünde onları gezdiriyordu. Eğer ben aynı şeyleri isteseydim babam kesinlikle beni kapı dışarı ederdi.

Bir gün babamla ben hıçkıra hıçkıra ağladık. O anı hiç unutamamam. Bizim oralarda bir ot yakma ahlâksızlığı vardır. Çiftçi bütün otu ahırına alamaz. O bakımdan bir miktarını ahırından tutar, bir miktarını da kapısının önüne kale gibi yığar. Eğer ona düşman birisi var ise gece evinin önünden geçerken ota bir kibrit çakar ve o otlar alev alır, büyük hadise olur. Bir gün dedeme haber gelmiş, iki taraf arasında kavga çıkmış. Komşular demişler ki “Cemal Efendi gelsin tarafları barıştırsın yoksa büyük hadise olur.” Babam diyor ki: “Babam ata bindi. Evin yanında bir seki taşı vardı atı oraya çekti ve bana ‘Cezmi bin terkime seni de götüreyim.’ dedi. Koştum, o seki taşının üstüne çıktım. Babam beni bileğimden tutarak arkasına aldı ve ‘Bana sarıl oğlum’ dedi. Benim babama sarılmam ilk defa o zamandır.” dedi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. O ağlayınca ben de ağladım. “Baba bu yanlış bir terbiye usulü, yarın benim çocuklarım da sizin gibi gözyaşı mı döksünler, babamıza sarılamadık diye ağlasınlar mı, olacak iş değil!” dedim. “Oğlum sen haklısın ama biz de böyle yetiştik ne yapalım.” dedi.

Bizdeki bu yanlış terbiye usûlü ne kitapta ne sünnette yer alıyor ama bu yanlış nasıl bugüne kadar intikal etti? Eskilerin bu yanlış terbiye usûlünün kaynağı nedir?

Bu yanlış uygulamalar İslâm’ın dışında bir takım yanlış inanışlardan, âdetlerden bize geçmiş. Bir zamanlar Türkmenistan cumhurbaşkanının bir kitabını okumuştum. Orada geçiyor. Türkmenistan’da çocuklar babalarının yüzüne bakmadan konuşurlarmış. Demek ki bu adet bize oralardan gelmiş. Oralarda da böyle bir yanlış terbiye anlayışı var. Türkmenistan ziyaretimde birkaç ailenin evine misafir oldum. Evin hanımı kesinlikle misafirin yanına çıkmıyor. Evin çocukları hizmet ediyorlar. Ama bunun yanında, evin hanımı günün sekiz saatini dışarıda geçiriyor. Dışarıda her türlü alışveriş yapıyor, erkeklerle konuşuyor ama eve gelince kurallar değişiyor. Bunları her kim koydu ise koymuş. Bu anlayışı oralardan buralara getirmişiz. Yüzlerce yıldır da yaşatıyoruz. Bir arkadaşım anlattı:

“Bir gün babamın yanında çocuğumu kucakladım. Babam beni çok fena azarladı. Hemen bıraktım.” dedi. Anne kucaklayabiliyor ama baba kucaklayamıyor. Bir başka arkadaşım da başından geçeni şöyle anlatmıştı: Kayısı bahçesine gittikleri bir gün oğlu “Baba beni kucağına al da kayısıya uzanayım.” demiş. Çocuğunu kucağına aldığı sırada babası, derhal müdahale etmiş ve “Bir daha böyle bir terbiyesizlik yaparsan seni evlatlıktan reddederim.” diye bağırmış. Bunların akılla mantıkla izahı yok maalesef. Gayr-ı aklî, gayr-i mantıkî şeyler ama ne yapalım ki biz yaşayışımızda bu kâbil uygulamaların etkisinde kalmışız ve kolayca da çıkarıp atamamışız.

Galiba merhamet anneye, otorite babaya biçilmiş bir rol ve kucağına aldığı anda otoritenin zayıflayacağı düşünülüyor…

Tabii bunların sebebini soramadık. Babam, babası ile ilgili hadiseyi bana anlattığı zaman dedi ki, “Biz uyuduğumuz zaman babam gelip bizim saçlarımızı okşarmış.” Ben dedemi anlatılmaz duygularla seven bir adamım. Ankara’ya tahsil için gittiğimde kimin evine gittiysem, beni Cemal Efendi’nin torunu diye kucakladılar. Annemden dinledim babam da aynen kendi babası gibi biz uyuduğumuz zaman bizim saçlarımızı okşarmış. O zaman ben de babama dedim ki: “Dedemin bir belediye memurundan farklı muamelesi olmamış. Siz fakir fukara bir aile olsa idiniz, belediye sizin de evinize bir kilo bulgur, bir teneke peynir gönderirdi. Bir
baba bunların dışında çocuğunu kucağına almaz, sevmez ise babalık vazifesini yerine getirmemiş olur.” Babam da “Çok haklısın ama biz de böyle büyüdük.” dedi.

Ecdadımızın seciye ve ahlâkı bu hususta bizlere ne söyler? Bu hususta neler yazılmış çizilmiş?

İsmail Hami Danişmend’in Garp
Menbâlarına Göre Eski Türklerin Seciye ve Ahlâkı isimli çok önemli bir kitabı var. Bu kitap 1961 yılında çıkmış. Bence bütün okullarımızda okutulması ve ele alınması gereken bir kitap bu. Kitapta yabancıların bizim ahlâkî yaşayışımızla ilgili tespitleri yer alıyor.
Bu kitapta İsmail Hami Bey, farklı yabancı yazarların Osmanlı Devleti’ne gelip bir süre kaldıklarında görüp yazdıklarını kaynaklardan bularak bir araya getirmiş. Bunları da hangi eserlerden derlediğini tek tek yazmış. Okuduğumuz zaman görüyoruz ki mesela 1700’lü yıllarda 10 yıl İstanbul’da kalan bir ecnebi hatıratında, bu süre içerisinde sadece birkaç cinayet
hadisesi olduğunu söylüyor. Türkler arasında hırsızlık yoktur, yalancılık yoktur diyor. Bizi yere göğe sığmaz cümlelerle methediyor. Biz bugüne kadar bu terbiye anlayışından uzak kaldık. Niye bu iptidailiğe geldik, neden bu durumdayız? Herkesin bu soruyu kendine sorması lazım.

Bunu nasıl tekrar düzeltebiliriz? Eski günlerin seciye, âdâb ve ahlâkı yeniden inşa edilebilir mi?

Evvela şunu söyleyeyim. Bizim evlerimizin %95’i kitapsız ve kütüphanesizdir. Kitapsız ve kütüphanesiz müslüman Türk evi olmaz. Bu evlerin mağara karanlığından hiçbir farkı yoktur. Avizeleriniz, mobilyalarınız, halılılarınız farklı ülkelerden, farklı markalardan da olsa kitapsız bir ev mağara karanlığındadır.
Evvelemirde, anne ve babaları İslâm’ın öngördüğü terbiye anlayışı ile yetiştirmemiz gerekir. Evde, anne-babalarımız elbette bir terbiye anlayışı içindedirler ama bu anlayış, katiyen İslâmî esaslara uygun değildir. Önce ailelerimiz arasında bunu dikkate almalıyız. Bu okumakla, araştırmakla mümkün olabilir. Devlet, diyanet, vaizlerimiz bu hususta hakikati öğretmeli ve söylemelidirler. Mesele, yeni baştan esas kaynaklara dönmektir. Bu zor bir iştir fakat başarmak mecburiyetindeyiz. Yoksa içinde bulunduğumuz bu çirkinlikler devam eder. İslâm neyi emrediyorsa, Peygamberimiz torunlarına, çocuklarına nasıl davranmışsa, Kur’an-ı Kerim neyi emrediyorsa onu anlatmakta, yapmakta sayılamayacak kadar fayda vardır. Fakat Kur’an’ın emirlerini biz de evlerimizde çocuklarımıza öğretemiyoruz, ondan da kopmuş vaziyetteyiz.

Hocam edebiyat ve edeb ilişkisi, dil ve edeb ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz?

Edebiyatın bir edeb içerisinde ortaya konulmasını söyleyenler yüzde yüz doğruyu ifade ediyorlar. Gerçi edebiyatı edepsizlik olarak anlayanlar da var. Edebiyat edeple ortaya konulmalı çünkü edebiyat bizim varlık sebebimizdir. Milletlerin ayakta kalmaları iki önemli temele dayanmaktadır: Dil ve din. Bu iki unsur milletleri ayakta tutan iki önemli kaynaktır. Bana dil ve din kaynaklarından hangisi daha mühimdir diye sorarsanız, ben dil birinci plânda önemlidir derim. Din ikinci plandadır. Ama nasıl olur, diye itiraz edenler elbette çıkacaktır. Bunu benden önce sevgili Peygamberimiz söylüyor. Ona “Din nedir, Ya Resulallah?” diye soruyorlar ve o da, 
“Din nasihattir,” diye cevap veriyor. Biz o nasihati nasıl yapacağız? El kol hareketiyle mi? Yoksa güzel, rahat, zengin bir dille mi? O bakımdan dil olmasa din doğru anlatılamaz. Diyarbakır’ın büyük vatansever evladı Nizamettin Nazif’in dediği gibi “Türkçe, milletimizin iskeletidir.” Nasıl iskeletsiz bir adam ayakta duramazsa, dilsiz bir millet de varlığını koruyamaz. Zaman içinde dağılır gider. O bakımdan, dinimize, milletimize düşman olanlar, önce dilimizin güzelliklerini budamaya çalışıyorlar. Dil olmasa edebiyat olmaz. Edebiyat olmasa millet olmaz. Çünkü millet edebiyatı olan topluluktur. Çünkü edebiyatın temel malzemesi dildir. O bakımdan konuyu bu çerçeve içinde ele almakta sayılamayacak kadar büyük faydalar vardır. Bunun tamamen karşısında olan görüşler de vardır. Dini milletten ayırmak isteyen, edebiyatı edepten ayırmak isteyenler dün olduğu gibi bugün de var. Bir takım süslü kelimeler ve yaldızlı cümlelerle ortaya çıkıyorlar, büyük huzursuzlukların doğmasına sebebiyet veriyorlar.

ÇOCUKLARLA
Sevgiyle büyüyor bütün çocuklar
Ben çocuklarla büyüyorum.
Yarı çıplaksa eğer çocuklar sokaklarda
Olmaz olsun ipekler, oyuncaklar diyorum.

Birisi bir çocuğun kalbini kırıyorsa
Çocuklar ağlıyorsa, hıçkırıyorsa
Birden bütün vazolar paramparça oluyor
Alıp başımı gidiyorum.

Bütün bahçelerimiz onlarla serin.
Onlarla bereketli baharda dallarımız.
Çocuklar uyanıksa gece yarılarında
Boynu bükük kalır masallarımız.

Haber yok evimden kaç günden beri
Yorgunum, yalnızım, başımdan gidin.
Beni avutmuyor bu ateş böcekleri
Bana çocuklarımızın gözlerinden bahsedin.

Ah çocuk sesleri, çocuk gülücükleri…
Deniz köpüğünden, ceylandan ürkek…
Sizin olsun dünyanın en güzel çiçekleri
Bir çocuğun elleri ellerimde olsun tek.

Çocuklar, bir yağmur gibi mübarek
Hadislerdeki güzellik, ayetlerdeki huzur…
Öldüğüm gün beni binlercesi gülerek
Eğlenerek, oynayarak götürseler ne olur?

Yavuz Bülent BÂKİLER
(Harman, Size Dergisi Yay., 2012, s.21-22)

YAVUZ BÜLENT BÂKİLER KİMDİR?

23 Nisan 1936 günü Sivas’ta dünyaya geldi. Azerbaycan, Karabağ kökenli olan Karabağiler ailesine mensup nüfus müdürü Cezmi Bâkiler ile Hayriye Hanım’ın oğludur. İlkokulu Sivas’ta bitirdikten sonra Sivas’ta başladığı orta öğrenimini 1955 yılında Malatya’da tamamladı. 1960’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Bir ara TRT’de çalıştı. Yeni İstanbul gazetesinde muhabirlik yaptı. 1969-1975 yılları arasında Sivas’ta avukatlık yaptı. Bir dönem siyasette aktif olarak yer aldı. Daha sonra Metal-İş Federasyonu’nda eğitim ve araştırma müdürü, Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığı’nda müşavirlik, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı ve müşavirlik, Başbakanlık müşaviri olarak görev yaptı. 1994’te emekli oldu.
1954-1955 yılları arasında Kopuz ve Orkun dergilerinin yazı işleri müdürlüğünü üstlendi. 1999-2000
arasında “Sözün Doğrusu” adlı programı hazırlayıp sundu. Bir süre Türkiye gazetesinde haftalık köşe yazıları kaleme aldı. İlk şiiri 1953 yılında Türk Sanatı dergisinde çıktı. Yazarın daha sonra şiir ve yazıları
sırası ile Orkun, Hisar ve Türk Edebiyatı dergileri ile birçok gazetede yayımlandı.

Yavuz Bülent Bakiler, “Avrupa’da Türk İzleri” adlı programı ile 1989’da Türkiye Milli Kültür Vakfı Armağanı’nın; 1999’da Konya Kombassan Büyük Mevlâna Ödülü’nün; “Sözün Doğrusu” adlı programı ile 1999’da Radyo ve Televizyon Gazetecileri Derneği Televizyon Oscarı’nın ve Türk Yazarlar Birliği Türk Diline Hizmet Ödülü’nün; yine 1999 yılında İstanbul Valiliği Türk Dünyası Hizmet Ödülü’nün sahibi oldu.

Eserleri:
Yalnızlık, (1962), Duvak, (1971), Seninle, (1986),
Harman, (2003), Üsküp’ten Kosova’ya (1979), Türkistan Türkistan (1986), Azerbaycan Yüreğimde Şahdamardır (2009), Şiirimizde Ana (1976), Sivas’a Şiir (1973),
Âşık Veysel (1986), Mehmet Akif’te Çağdaş Türkiye İdeali (1990), Sözün Doğrusu 1-2 (2002), Unutamadıklarım (2013), Gönlümdekiler ve Ötekiler (2013), Kılıçlar ve Kalemler (2013), Sevgi Mektupları (2001), Tabuları Yıkmak (2011), Sorgular-Savunmalar (2010), Elçibey (2007), Ârif Nihat Asya İhtişamı (2009), Muhsin Başkan (2018), Gidenlerin Ardından (2002), Leyleğin Kanadında (2015).

Din ve Hayat Dergisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Ali Erkan KAVAKLI: “Cehaletle varılacak bir yer yoktur” (Mülâkat)

ALİ ERKAN KAVAKLI: BİLGİ İNSANA YOL GÖSTERİR!  Herkesin hayalidir; hem eğitim hayatında, hem iş hayatında …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
İlim Geleneğimizde Öğretme ve Öğrenme Âdâbı Üzerine

İLİM GELENEĞİMİZDE ÖĞRETME VE ÖĞRENME ÂDÂBI ÜZERİNE Dr. Emine KESKİNER Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Geçmişten …

Kapat