Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Yeni Said Devrinin Diğer Boyutları

Yeni Said Devrinin Diğer Boyutları

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yeni Said devrinin diğer boyutları

Bediüzzaman’ın üçe ayırdığı hayat devrelerine göre, dinî, tarihî ve sosyal hadiselere bakışı ve duruşu

Öz

       Nail YILMAZ

• Hz. Bediüzzaman tarihî sosyal ve siyasî şartlara göre, hayatını konjonktürel evrelere ayırsa da hiçbir zaman sırat-ı müstakim olan ehl-i sünnet çizgisinden ve müsbet hareket prensibinden taviz vermemiştir.
• Hakkın hatırının âli olduğunu söyleyerek, geçmiş asırlara ve gelecek zamanlara gidebilse yine aynı hakikatleri o zamanların üslubu ile tekrar edeceğini söylemiştir.
• Bu makalede Bediüzzaman Hazretlerinin üçe ayırmış olduğu hayat dönemleri ile yaşamış olduğu geçiş süreçlerine ve safhalarına çok kısa temas ederek, O dönemlerde ülkenin dinî, tarihî, coğrafî ve siyasî hayatındaki değişimler karşısında bir din adamı ve İslam âliminin, neler yapabildiğini görerek Bediüzzaman’ın misyonunu ve gayesini daha yakından tanımaya çalışacağız.

• Makalenin çok önemli ana temalarından birisi de, R. Nur meslek ve meşrebinde enfüsî dairedeki vazifelerden olan ve yüzde doksan dokuzu teşkil eden ilim, ibadet, ubudiyet ve hizmet ile; âfakî dairelerdeki, yüzde bir olan vazifeler arasında kurulması gereken dengelerin nasıl olması gerektiği.
• Ayrıca: Dinî, millî ve manevî değerler üzerine yapılan çok büyük inkılaplara maruz kalan, âlem-i İslam’ın ve özellikle dinî temsil ve tebliğiyle vazifeli şuurlu müslümanların bu yaşanmış tecrübî bilgilere ve hayatî önem arz eden örnek tavırlara ne kadar ihtiyacı olduğu üzerinde duracağız.

Anahtar kelimeler:
Bediüzzaman’ın Mutlakiyet, Meşrutiyet, Cumhuriyet, dönemlerinde ahvâl-i sâbite ve inkılab-ı ruhî/kalbî halleri.

Eski Said döneminde Bediüzzaman:

Üstad Bediüzzaman Hz. bir asra yakın olan bereketli ömründe, üç devir görmüş bir zattır. Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemleri. Osmanlı devletinin ve İslam dünyasının çöktüğü, hilafetin ilga edildiği, Kur’an’ın etrafındaki bütün surların yıkıldığı, tarihî ve çok dramatik bir zaman diliminde yaşamış müstesna bir şahsiyettir.

O herkesin ve her şeyin devrildiği bir zamanda, yıkılmayan veya yıkılamayan Osmanlının son dönemi ile cumhuriyete geçiş dönemlerine şahit olmuş, İlmî ve tarihî şahsiyetlerden birisi olduğu gibi, gönül dünyamızın ve maneviyat âleminin sultanlarından birisidir.

1876 yılında Bitlis’te dünyaya gelen Bediüzzaman, mahallî medreselerde temel öğretimini aldıktan sonra, 1898 yılında Van Valisi Hasan Paşanın daveti üzerine Van’a gider. Aynı yıl içinde Hasan Paşanın yerine yeni tayin olunan Tahir Paşa, Bediüzzaman’ı kendi konağında misafir eder.

Van’da İkamet etmiş olduğu Tahir Paşa konağı ve külliyesindeki yıllarda 90 kitabı mütalaa ederek hıfzeden Bediüzzaman, bir üniversite projesiyle 1907 yılında da, padişahla görüşmek için İstanbul’a gider. Genç yaşına rağmen, böyle büyük bir projeyle İstanbul’a giden Bediüzzaman’a Tahir Paşa: “Doğu âlimlerine galip geliyorsun, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin”1 der. İlmiye sınıfına ait değil de mahallî kıyafetiyle Payitahta gelen Bediüzzaman haberi, şehirde hızlıca yayılır. İstanbul uleması ve ümerası tarafından duyulan bu haber üzerine, ilmin alâmeti olan, yüzünde sakal, başında sarık, sırtında cübbesi olmayan, 30 yaşındaki bu genç adamın ‘ilminden şüphe’ ederler.

Bu şüpheyi fark eden Bediüzzaman da, ikamet etmiş olduğu Şekerci Hanı’nın duvarına “Her suale cevap verilir, her müşkül halledilir; fakat kimseye sual sorulmaz” diye bir levha asarak âlimleri münazaraya dâvet eder. Bunun üzerine İstanbul’daki meşhur âlimler grup grup ziyarete gelip sorular sorarlar. O da hepsinin cevaplarını tam ve doğru olarak hiç duraksamadan vererek, İstanbul ulemasına karşı, ilmî rüştünü ve rüçhaniyetini ispat eder.

İstanbul’a, Van’da bir üniversite kurulması teklifiyle gelen Bediüzzaman, Sultan Abdül- hamid’le görüştürülmediği gibi, sus payı ile geçiştirilmek istenmesini şiddetle reddetmesi ise, ‘aklından şüphe’ edilmesine sebep olur.

Bunun üzerine sevk edildiği Toptaşı Akıl Hastanesinin en meşhur doktoru Mazhar Osman’ın verdiği rapora göre: “Eğer Bediüzzaman ’da zerre kadar mecnunluk varsa, dünyada akıllı adam yoktur” diyerek serbest bırakılsa bile bir süreliğine hapse atılır.

31 Mart Hadisesi olarak tarihe geçen, ayaklanmalarda yatıştırıcı rol oynamasına rağmen, Bediüzzaman da birçok maznun gibi, sıkıyönetim mahkemesi tarafından zulmen idamla yargılanır. Çok az kişinin kurtulduğu bu mahkemeden beraat etmekle beraber, mahkeme reisi Hurşit Paşaya tarziye vermez. Mahkeme çıkışında, “Yaşasın zalimler için cehennem” diyerek zulme ve zalimlere meydan okur.

Osmanlının siyasî ve idarî merkezi olan İstanbul’da aradığını bulamayan Bediüzzaman o gün Osmanlı sınırları içinde bulunan ve ilmin merkezi sayılan Şam’a gider.

1911 yılının mart ayında Şama gelen Bediüzzaman, Şam ülaması’nın ısrarı üzerine Camii Emevi’de on bini aşkın cemaat ve yüzlerce ülaman’ın huzurunda, daha sonra “Hutbe-i Şamiye” ismiyle neşredilecek olan eserini, Arapça hutbe olarak irad etmiş. Son asırlarda İslam dünyasının içinde bulunduğu durum ve çarelerle ilgili olan bu hutbe, İslam dünyasında çok büyük yankılar uyandırmıştır. Halen bu gün bile aktüelliğini korumaktadır.

Daha sonra Şamdan Beyrut’a, oradan da deniz yoluyla tekrar İstanbul’a dönerek, o günün padişahı olan Sultan Reşat’a ‘üniversite projesini’ kabul ettiren Bediüzzaman, Van’a giderek o projenin temelini attıysa da 1913 yılında Birinci Dünya savaşının çıkmasıyla projesi yarım kalır.

Birinci Dünya savaşının patlak vermesiyle ilmi çalışmalarına ara veren Bediüzzaman, vatanı müdafaa vazifesini yapmak üzere toplamış olduğu üç bin kişilik milis kuvvetiyle, gönüllü alay komutanı olarak Pasinler Cephesinde Ruslar ile savaşırken yaralanıp esir düşer. Esir olarak götürüldüğü Sibirya Esir Kampında iki buçuk yıl kaldıktan sonra, 1917 yılında çıkan Rus İhtilalindeki kargaşadan istifade ederek tek başına firar edip tekrar 1918’de İstanbul’a gelir.

1918 yılında Harbiye Nezareti tarafından kendisine bir harp madalyası verilen Bediüzzaman, Padişah Vahdettin tarafından da, Darül-Hikmet-il İslamiye azalığına tayin olunur. Bunlara ilaveten de Osmanlılarda en yüksek ilmî ünvan olan “Mahreç” payesi verilerek taltif edilir.2

Bütün bunlara rağmen ilmin zâhir alameti olan icazet almak, sarık sarmak ve bir büyük zâtın elini öperek, duasını alıp cübbe giymek, bazı mânialardan dolayı henüz daha Bediüzzaman’a nasip olmamıştır. Ve nihayet yüz yıl öteden Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin, ihtiyare bir kadın eliyle kendi cübbesini ve sarığını ona göndererek icazet beraatını imzalamış olur.3

Hayatı boyunca kimselerden hediye kabul etmeyen Bediüzzaman, bu mübarek hediyeyi hürmetle kabul ederek elli altı yıldır giyemediği cübbesini giyip, sarığını sarmış. Ve daha sonraki yıllarda yapılan kıyafet inkılabına rağmen, bir daha sarığını ve cübbesini çıkarmamıştır. (Yeni Said döneminde) Bir mahkemede sarığını ısrarla çıkarmasını isteyen savcıya da, ‘Bu sarık ancak bu baş ile beraber çıkar’4 diyerek Mevlana Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin’in emanetine, hayatı pahasına sahip çıkmıştır.

Hayatını farklı devirlere ayırması:

İslam tarihinde bazı istisnalar dışında örneğini çok fazla göremediğimiz, sıra dışı bir usulle, hayatını üçe ayırarak Birinci, İkinci ve Üçüncü Said olarak isimlendirip, içinde yaşamış olduğu devirler gibi, ömrünü da farklı dönemlere ayırarak, o günkü idare biçimlerine uygun gelen tanımlamalar yapmıştır:

 Mutlakiyet ve Meşrutiyet yıllarına Eski Said.
 Cumhuriyetin ilk 25/30 yıllık devresine tekabül eden kısmına Yeni Said.
 Cumhuriyetin çok partili dönemine denk gelen, ömrünün son on iki yıllık bölümüne ise, Üçüncü Said demiştir.
İçinde bulunduğu şartlara göre hayatını kısımlara ayırsa da, fikrî çizgisinde savunmuş olduğu dinî, ilmî ve millî meselelerde çok büyük değişikliklere rastlanmaz. Özellikle ‘ehl-i sünnet çizgisi’ni ve ‘müsbet hareket prensibi’ni daima muhafaza etmiştir. Sadece üslup ve prensip bakımından, bazı teferruata ait tâli meselelerde o günün şartlarına uygun bir şekilde, fakat esasattan ayrılmadan aynı hakikatleri yine beyan etmeye devam etmiştir.

Savunmuş olduğu fikirlerinin doğruluğundan o kadar emindir ki, yaşamış olduğu zamanından 1300 sene evvelki mâziye veya 300 sene sonraki istikbâle gidebilse, yine de, o mâzideki seleflerine ve istikbaldeki haleflerine aynı hakikatleri beyan edeceğini Divan-ı Harb-i Örfî’ Mahkemesinde şöyle ifade ediyor:
Ey paşalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki:
Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.

Şayet müstakbel tarafından üçyüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.
Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır.”5

Tarihçe-i hayattaki tahlillerin birisinde ise Osman Yüksel Serdengeçti: Üstad Bediüzzaman’ın Üç hayat devrini veya Üç dönemini şu veciz cümleler ile anlatmış: “Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Güngörmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O ayakta… Şark yaylalarından, Güneş’in doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir adam”6

İçtihad Kütüphanesi sahibi Ahmet Ramiz Efendi de 1907 yılında Üstad Bediüzzaman’ ın İstanbul’a bu gelişini özetle şu edebî cümlelerle ifade etmiştir:
Şarkın yalçın ve sarp dağlarından, Said Nursi isminde nevadir-i hilkatten bir ateşpare-i zeka İstanbul âfakında tulu etmiştir.

İslam dünyasının özelliklede Osmanlının yıkılışının zirve yaptığı 18.ve 19. asırlarda yaşanan büyük devrilişler, yıkılışlar, çöküşler, maddî ve manevî inkılaplarla dolu olan bir devirde dünyaya gelen Bediüzzaman, üçe ayırdığı hayatının tarihlere göre dağılımı şöyledir:
1876 den 1920’ye kadar Birinci Said
 1920 den 1949’a kadar İkinci Said
 1949 dan 1960’a kadar olan kısmı ise Üçüncü Said dönemidir.

Birinci İkinci ve Üçüncü Said dönemlerine dair verilen bu tarihler çok kesin tarihler olmayıp yaklaşık tarihlerdir. Çünkü bu farklılık, kaynakların farklı tarihler vermesinden veya geçiş süreçlerinin birkaç yıla kadar uzamasıyla ilgilidir. Üstad Bediüzzaman çok yönlü bir zât olmakla beraber, hayatının en kalıcı ve en belirgin özelliği, şüphesiz telif ettiği ilmî ve dinî eserleridir.

Kendi hayatını üç kısma ayırdığı gibi, telif ettiği eserlerini de mahiyetleri ve muhtevaları açısından üç kısma ayırdığı görülmektedir.

Birinci Said döneminde daha çok ilmî ve akademik eserler te’lif ederek havassa hitap etmiştir.

İkinci Said döneminde umuma hitabeden iman esasları ve itikada taalluk eden eserler te’lif etmiştir.

Üçüncü Said döneminde ise: Lahika mektupları, neşriyat hizmetleri, geniş daire ve sosyal hayat ile ilgili hizmetlere ağırlık vermiştir.

Makalenin bundan sonraki bölümlerinde Birinci ve İkinci Said dönemlerine çok kısa ve genel bir bakıştan sonra, Üçüncü Said dönemine biraz daha yoğunlaşacağız. Çünkü Üçüncü Said dönemi, hem Birinci ve İkinci Said döneminin çok önemli bir sentezi, hem de Bediüzzaman Hz. dinî, tarihî, sosyal, siyasî ve içtimaî hayata dair yaşanmış ve tecrübe edilmiş, birçok örnek davranışlarının görüldüğü ve mesajlarının en çok verildiği bir dönemi ihtiva etmektedir.

Eski Said’den yeni Said’e geçiş döneminde, büyük değişimlerin yaşandığı ülkemizde Bediüzzaman’ın tavrı ile ilgili genel tespitler:

1922-1949 tarihler aralığı:

1. 1922 yılı sonlarına doğru İstanbul’dan ayrılarak Ankara’ya gelen Bediüzzaman, Ankara’da aradığını bulamamasını kendi ifadesiyle, “Osmanlı Devleti’nin ihtiyarlığı ve Hilafet saltanatının vefatı (gibi) birbiri içinde beni ihata eden dört-beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir halet-i ruhiye hissettim”7 diyerek 1923 yılında, gazeteleri, siyaseti ve sosyal hayatı terk edip, Ankara’dan da ayrılır. Tekrar ‘asıl vatanım’ dediği, Van’a giderek inzivaya çekilir.

2. Çünkü “Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin (ahirzamanla ilgili bazı hadis-i şeriflerin işaret ettiği şahısların), kimler olduğunu anlamış bulunuyordu.’’8

3. M. Kemal, Bediüzzaman’a onunla beraber çalışmak, nüfuzundan istifade etmek, O’nu kontrol altına almak ve kendi ideolojisine âlet ve tâbi etmek için, bir dizi çok cazip dünyevî makam, mansıp ve siyasî tekliflerde bulunur.

Şöyle ki:
“Meb’usluk,
 Dâr-ül Hikmet’teki eski vazifesini iade,
 Şarkta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumîlik,
 Köşk tahsisi”9
 ‘Üç yüz lira maaş’10

Bediüzzaman kendisine altın tepside sunulan bu dünyevî ve siyasî parlak tekliflerin hepsini elinin tersiyle reddedip, tekrar Van’a giderek rejimin kontrolüne girmeden dini hizmetlerini sivil olarak ifa etmesi ile ilgili, yakınlarından ve dostlarından şöyle çok ciddi bir soruya ve eleştiriye muhatab olmuştur:
“Büyük memurlardan birkaç zât benden sordular ki:Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkıyeye, Şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun!’” demişlerdir.

Bediüzzaman onlara cevaben: “Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, her birisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi’ olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi”11 der.

4. Bediüzzaman’ın bu tercihi sıradan bir tercih değildi. Çünkü Bediüzzaman “Bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği bir zamanın ve fitne” komitesinin altın tepside sunduğu ‘yalancı bir cennet’ yerine, süfyanizmin dünyevî cehennemine girmeyi tercih ettiğinin farkında idi.

Kendisi tercih ettiği bu cehennemi, sonraki yıllarda şöyle anlatır: Süfyan komitesinin, kirli emellerine ve ideolojilerine âlet ve tâbi olmayıp kontrollerine girmediğim için: “kâfir Rus’un bana çektirmediğini çektiriyorlar”12 der ve şöyle devam eder:

Ben, cem’iyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı.
Divan-ı Harblerde bir câni gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men’etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti”13 der.

5. 1925 yılında yapılan kılık kıyafet inkılabıyla 17 milyon kimse, yeni kıyafete girdiği halde O, mahallî kıyafetini de terk ederek, şeair-i İslamiyeden olan sarık ve cübbe giyip, hayatının sonuna kadar da hiç çıkarmamıştır.14 Bu iki sünnetin ihyası ve kendi nefsinde temsilinde o kadar ciddidir ki: “İslâmî kıyafetine ilişmek isteyen Nevzad isminde Ankara valisine: “Bu sarık bu başla beraber çıkar” tarzında konuşarak (kendi) boynunu göstermiştir”15

6. 31 Mart 2015 tarihinde TRT Habere misafir olan: Kanadalı gazeteci yazar aynı zamanda “Anadolu Kavşağı” isimli kitabın yazarı olan, FREED A. REED: “Bediüzzaman hiçbir zaman gücün peşinde koşmadığını” söylemiştir.

7. İkinci Said döneminde Bediüzzaman, siyasî ve içtimai güç elde etmek için o günkü süfyan komitesi dediği rejim ile entegre olmayıp ve parlak tekliflerine iltifat etmeyip idarecileriyle asla barışık olmadığı gibi;16

İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى Yani ‘birisinin günahıyla başkası muaheze ve mes’ul olmaz’ ayetinden aldığı derse binaen, Şeyh Said’in kıyam tekliflerine de asla iltifat etmemiş ve şöyle demiştir:17

Türk Milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez, siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!“18 diyerek teklifini reddetmiştir.

8. Yeni Said döneminde Bediüzzaman, araştırmacı yazar avukat, Ahmet Özkılıç’ın orijinal ifadesiyle: “Ne öfke, ne teslimiyet; üçüncü yol (olan) müsbet hareket”19 Prensibi, İkinci ve Üçüncü Said dönemlerinin en vazgeçilmez bir tarzı olduğunu ifade etmiştir.

Yeni Said, bütün tahriklere rağmen provoke edilememiştir. Mesela: Süfyan komitesinin, Menemen ve Şeyh Said hâdisesi gibi hâdiseler çıkararak bütün kuvvetleriyle en hassas damarına dokunduracak tarzda her desiseyi istimal ettikleri halde; “Gördüler ki Eski Said yok, yenisi ise her şeye tahammül ediyor”20 der.

Bediüzzaman Barla Lahikası’nda bu yeni halini şu cümle ile özetler: “Eski Said’in hiddeti, yenisinde de vardır. Hâlbuki Yeni Said, insanoğullarıyla izaa-i vakt etmemeli. (Çünkü Yeni Said) Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor“21 diyerek Yeni Said’in bundan sonraki ana prensiplerinden birine dikkat çeker.

9. Yine araştırmacı yazar Ümit Şimşek beyin tespitiyle Hz. Bediüzzaman Yeni Said döneminde geçmiş asırlarda pek fazla görülmeyen, “İman hizmeti veya imana hizmet” prensiplerini ön plana alarak, te’lif ettiği eserlerinde daha ziyade iman hakikatlerinin izahı ve ispatı üzerine yoğunlaşmıştır. Aktif hizmetini de bu hakikatlerin tebliği ve neşri üzerine inşa etmiştir.

10. 1928 Yılında yapılan harf inkılabıyla hem dinî neşriyatın, hem de hatt-ı Kur’an’ın yasaklanmasıyla Üçüncü Said dönemine kadar, eserlerini hatt-ı Kur’ an alfabesiyle ve de elde çoğaltarak neşretmiştir.22

11.Bediüzzaman, Eski Said döneminde birçok ilmi eserlerini Arapça te’lif ederken; ikinci ve üçüncü Said dönemlerinde, bütün eserlerini, Türkçe olarak te’lif etmiş ve Arapça olan eski eserlerini de Türkçeye tercüme ettirerek neşretmiştir.

12. Bu tespitlere göre: Bediüzzaman hayatının ilk döneminde parçalanmaya yüz tutan Osmanlı devletini ve Hilafet-i İslamiyeyi muhafazaya çalıştığı, bunun fiilen mümkün olmadığını görünce de hayatının sonraki dönemlerinde, ferdî bazda imanî ve İslamî hizmetlere ağırlık verdiği anlaşılmaktadır.

Bediüzzaman’ın 1920 – 1926 tarihleri aralığında, Birinci Said’den İkinci Said’e geçiş süreciyle ilgili yaşamış olduğu hususî, ruhî ve enfüsî haller:

Hz. Bediüzzaman 1920 tarihine kadar hayat devresine eski Said, 1920- 1926 tarihleri arası zihnî ve ruhî inkılaplardan sonra, çok büyük değişimlere uğrayan hayatına da Yeni Said/İkinci Said demesi üzerine şöyle bir soruya muhatap olur:
Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedatın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyet’i müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?” derler.

Bediüzzaman da bu soruya şu cevabı verir:
Elcevab: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâ-yetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar.
Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır.

Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zahirî telakki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Hâlbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin?”23 der.

Hz. Bediüzzaman 1920 – 1926 tarihleri arası olan değişim sürecinde, imanî ve Kur’anî hakikatleri, bu günün insanlarına arz etme ve ifade etme noktasında yeni bir usûl ve üslûp arayışı içindedir. Nitekim bu inziva ve uzlet döneminde ve enfüsî âleminde yasamış olduğu inkıbaz, inkıraz ve “inkılab-ı ruhî” yıllarında te’lif etmiş olduğu Mesnevî Nuriye’de bu halini söyle anlatır:

Bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşı yapılan âni ve irticalî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müdhiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir. O ateşle nurun karıştıkları bir hengâmda, başım dönmeğe başlıyordu. Kâh yerde, kâh gökte, kâh minarenin dibinde, kâh minarenin şerefesinde kendimi görüyordum. Çünki takib ettiğim yol, akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahî bir yoldur”24 dediği cümleler ile o yıllardaki halet-i ruhiyesini ifade eder.

1920  – 1926 yıllarında, yaklaşık kırk/kırk beş yaşları civarında, Birinci Said’den, İkinci Said’e geçerken kalbî, ruhî, maddî, manevî ve bazı derûnî haller yaşar.25 (Not: buradan sonraki bölüm okunmadan önce 25 numaralı dipnot okunmalıdır.)

Kendi tabiriyle: “inkılab-ı ruhî” dediği bu halinden, çok önceleri ve sonraları yaşamış olduğu bu “inkılab-ı ruhîler” ile ilişkili olarak bir dizi tevafuklara ve zuhuatlara mazhar olur.

Hz. Bediüzzaman inziva ve uzlet dönemlerinde yaşamış olduğu bu derûnî hallerden sonra, ruhunda ve vicdanında oluşan kanaat-i kalbiyesiyle, hayat seyrini önemli ölçüde değiştiren çok önemli bazı kararlar alır.

Bu hususi kararlar, bazen bir vaka-ı sadıka, bazen bir yakaza hali, bazen bir kitapla yapılan bir tefe’ül, bazen de bir âyetin bir kelimesiyle ilgili, derin tefekkür ve tetkiklerinden sonra anladığı manaların ve hissettiği enfüsî tecrübelerin ortak ve nihaî sonuçlardır.

İnzivada akıl ile ‘Metodoloji’; kalp ile ‘Hakikat-ül hakaik’ arayışı:

İslâm tarihinde İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylanî gibi büyük zatların hayatlarında da gördüğümüz bu uzlet inziva ve kabz hallerini belirli bir dönemde yaşama hali, Bediüzzaman’ı hayat-ı içtimaiyenin en zirve noktalarından kopararak zihnî ve ruhî bir inzivaya götürür.

Eski Said’in hayat-ı içtimaiyenin en zirve noktalarını terk ederek, inziva ve uzlet hayatını tercih etmesinin elbette birçok hikmet ve sebepleri vardır. Bunlardan:

Birisi: Şimdiye kadar tahsil ettiği ilimlerin ve hatta ezberlediği doksan kitabın me’hazlarına ve kaynaklarına ulaşma gayreti ile bu ilimlerin hakikatlerinin ve özlerinin ne olduklarını anlama yolculuğuna çıktığı anlaşılıyor.

İkincisi ise: Bu hakikatlerin, bu zamanın insanlarına nasıl arz edileceği ile ilgilidir.
Yani Bediüzzaman’ın girmiş olduğu bu yeni arayışlardan, birisi ‘asıl ve esas’; diğeri ise, ‘usul-üslup’ veya ‘metodoloji’ ile ilgilidir.

Eski Said, peşine düştüğü yeni yol haritasını; “İstanbul’da Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye a’zalığı gibi cazib ve şa’şaalı bir hayat içinde iken, Yuşa Tepesi’nde”26 Sarıyer’deki mütevazı evinde inzivaya çekilip ve bir kısım ruhî inkılaplar yaşayarak bulmaya çalışmıştır.

Bediüzzaman bu inzivada geçirmiş olduğu aklî ve kalbî/ruhî inkılaplar ile ‘usul’ ve ‘esas’ ile ilgili arayış sürecini kendisi şöyle anlatır:

1. Hakikat-ül hakaik yolculuğu olan ‘esas’ ile ilgili:

a) “Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı.
Sonra hem kalben, hem aklen hakikata giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hâssası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde”27 kalınca, Gavs-ı A’zam olan Şeyh-i Geylani’nin Fütuh-ul Gayb isimli kitabıyla halis bir tefeül yapar:

Hazret-i Şeyh (Bediüzzaman’a) der ki: “Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara!” Ben dedim: “Sen tabibim ol!” Tuttum, kendimi ona muhatab addederek, o kitabı bana hitab ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı”28 der.

Okuduğumuz metinde de görüldüğü gibi, bu inziva ve inkıbaz döneminde, yeni bir usul arayışı içine giren Bediüzzaman’ın ‘Bazı büyük ehl-i hakikat’ dediği, ‘İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî’ ve emsali zatlar gibi, ‘bu zamanda kalp ve aklın ittifakıyla ‘hakikat-ül hakaike’ nasıl gidilir?’ sorusunun cevabını aramasıdır.
İmam-ı Gazalî ile Bediüzzaman’ın inzivaya çekilerek hakikat arayışları birbirlerine çok benzerler. Fakat aralarında şöyle ince bir fark vardır:

İmam-ı Gazalî: “el-Münkız’da anlattığına göre Gazzâlî’nin sistemli şüpheciliği, eşyanın gerçek mahiyetinin ne olduğunu sorması ve bu konuda kesin bilgiye ulaşmak istemesiyle başlamıştır. Fakat bu temel soru onu ‘daha önce’ bilginin ne olduğunu araştırmak gerektiği kanaatine götürmüştür.”29

Bediüzzaman ise, inziva hayatından sonraki eserlerinde, İlmin mahiyeti ile ilgili olarak: “Muhakkikîn-i evliyanın: “Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleri“30 olduğu sözünü naklettikten sonra; İmam-ı Gazali’nin de peşine düştüğü ilmin mahiyeti ile ilgili olarak da şöyle der:

Mana-yı harfî” nazarı ile eşyaya bakıldığı zaman; her malumatın marifetullah olduğunu belirterek; “Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl” olduğunu ifade eder.31

İnzivadaki Bediüzzaman; Fütuh-ul Gayb ile yaptığı tefeülün, ruhunda ve nefsinde yaptığı ‘şiddetli ameliyat-ı cerrahiye’ ve Şeyh-i Geylani’nin himmet ve müzaheretiyle telif ettiği Mesnevi Nuriye’de ele aldığı meseleleri için:
Bu eserin her bir kelimesi nefis ve şeytanla otuz defa yaptığım meydan muharebesinden sonra kazandığım muzafferiyetlerin işaretleridir’32, der. İnziva ve uzlette geçirmiş olduğu inkilab-ı ruhîden sonra, eski hayatını şu dört kelimeyle özetler:

Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; Kelimelerden maksad: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet (ve) nazar”33 olduğunu söyler.

b) İnziva ve uzlet dönemlerinde, İkinci tefeülünü İmam-ı Rabbani’nin Mektubat isimli eseriyle yapar. Bu tefeülden sonra tahayyürde kalır. “İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et!” demiş; yani “Yalnız bir üstadın arkasından git!” O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki: “Üstad-ı hakikî Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.“34 diyen.

Bediüzzaman İmam-ı Rabbani’den aldığı bu manevî işarete binaen eski hayatında doksan kitabı ezberlediği ve onu, üç ayda bir ezberinden tekrar etmekle birlikte; “kesret-i mütalaa ile bazen bir günde bir cild kitabı anlayarak mütalaa” ettiği halde, artık bu manevî işaretten sonra “Tevhid-i kıble etmiş.” Kur’an’dan başka kitapları yanında bulundurmamıştır.35

Bir cihette Mehmet Akif’in ‘Doğrudan doğruya Kur’an’dan alarak ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı’ sözüne ve duasına mazhar olmasıyla ve İmam-ı Rabbanînin irşadıyla Tevhid-i kıble ederek ‘Üstad-ı hakikî Kur’an’dır’ deyip doğrudan doğruya ve sadece Kur’an’a yönelince ‘hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke” başlayarak daha önce hiç gidilmemiş “akıl ile kalb arasında yeni berzahî bir yol”36 açıldığını söyler.

Akıl ile kalp arasında yeni açılan bu berzahî yol için; Mesnevi-i Nuriye’nin son kısımlarında şu ilave açıklamaları yapar: “Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’an’dan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum. Seri-üs seyr olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şânındandır”37 der.

2. Hakikatlerin halka arz edilmesi olan, usul ve üslup/metodoloji arayışı:

Esas ile ilgili ‘Akıl ve kalp arasında yeni, berzahî bir yol açıldığını’ ve ‘Maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici (yeni) bir yol’ bulduğunu söyleyen Bediüzzaman, bu hakikatlerin halka arz edilişinde de klasik usullerden birini tercih etmeyip yeni bir tarz ile bunu belirler. Şöyle ki:

Yeni te’lif ettiği bazı eserlerini, seçkin talebelerine göndererek, bu usulün efkâr-ı ammede nasıl anlaşıldığına dair onlardan kanaat belirtmelerini isteği bir mektubunda:
Kardeşlerim talebeler ve ders arkadaşları içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceğim, şöyle ki: Sizler -haddimin fevkinde- bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz

(Onun için yeni telif edilen Risalelerin üslubu ile ilgili sizinle meşveret etmek ve fikrinizi almak isterim, şöyle ki):
Hakaika dair mesailde külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünuhat-ı ilhamiye nev’inden olduğundan hemen umumiyetle şübhesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telakkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünki hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor” (der ve Mektubun devamında şunları söyler:)
Üstadınız lâyuhtî değil. Onu hatasız zannetmek hatadır. Benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim (ve) alerre’si vel’ayn kabul ederim”38 der.

Bu meselede Bediüzzaman eski eserlerinde de şunları söylemiştir:
Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz.
Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”39

Nur Talebelerinden Üstadın hatasının olup olmadığını bulup, kendisine söyleyenler var mı bilmiyoruz. Fakat devletin ilgili mercileri Bediüzzaman’ı ve Risaleleri altmış yetmiş yıla yakın taharri ve tahkik etmiş. Asayişi ihlal ve devletin, güvenliği açısından, vermiş olduğu bin kusur mahkemenin hepsi beraat ile neticelenmiştir.

Bununla yetinmeyen mahkemeler ayrıca yaklaşık her üç yılda bir olmak üzere, Diyanet İşleri Başkanlığına on yedi defa, Nur Risalelerinin İslam dinine, Kur’an’a ve Hadislere aykırı bir yerinin olup olmadığını sorar. Bu tahkikatın neticesini ilk defa kamuoyuna açıklayan, Diyanet İşleri eski Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Eylül 2014’de iiKV Sempozyum konuşmasında yaptığı açıklamada:

1940’lar 50’lerden itibaren çeşitli mahkemeler, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulundan Risale-i Nur’larla ilgili (17 defa) bilirkişi raporları talep etmişlerdir. Mehmet Görmez, bu raporların tamamına baktığımızda menfi bir tek kelime yer almamış, her seferinde müsbet raporlar verildiğini söylemiştir.

Eski Said’i yeni Said’e götüren diğer vakıa hâdise ve haller:

a) Mevlana, İmam-ı Rabbani ve İmam-ı Gazali’yi modellemesi:

Akıl ve kalp arasında yeni berzahî bir yol açıldığını söyleyen Bediüzzaman, bundan sonraki hayatında ve eserlerinde selefleri olan ve daima onlardan kudsî üstadlarım diyerek bahsettiği “Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) ve İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla” giden zatları kendine rehber ederek; “Kalb ve ruhun yaralarını tedavi (ile) nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp, Eski Said Yeni Said’e inkılab”40 ettiğini haber verir.

b) Enam Suresinden aldığı rabıta-i mevt dersi:

Sikke-i Tasdik-i Gaybi’de yer alan, Enam Suresinin 122. âyetinin tefsirinde: “Ehl-i tarîkatın ve bilhâssa Nakşîlerin dört esasından biri ve en müessiri olan rabıta-i mevt Eski Said’i Yeni Said’e (R.A.) çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Said’e yoldaş olmuş.”

Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürümesini sağlayacak bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp da oradan çıkamayan kimse gibi olur mu? .” (Enam suresi: 122. Ayet) Bediüzzaman bu ayetin “meyten” kelimesinden kendisi için çok farklı bir ‘rabıta-i mevt’ dersi çıkararak: “kendi ıstılahıma göre Eski Said’i gömdüm” der. Eski Said’den Yeni Said’e geçiş sürecinde, Enam Sûresinin 122. âyeti önemli km. taşlarından birisi olmuştur.

c) Yuşa Tepesinden Erek Dağına:

1919 yılında geçirmiş olduğu “inkılâb-ı ruhi” ve yaşamış olduğu vakıalardan sonraki halini anlatırken der ki: “Dünyadan tamamen yüz çevirdim ve kendi ıstılahıma göre Eski Said’i gömdüm. Büsbütün ahiret ehli Yeni Said olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva ile bir zaman İstanbul’un Yuşa Tepesi’ne (Sarıyer’deki evime) çekildim.
Daha sonra doğduğum yer olan Bitlis ve Van tarafına giderek mağaralara kapandım. Ruhî ve vicdanî hazzımla başbaşa kaldım. “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” yani, “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” düsturuyla kendi ruhî âlemime daldım”41 der.

Bediüzzaman ın 1949-1950 aralığında, İkinci Said’den, Üçüncü Said’e geçiş süreciyle ilgili yaşamış olduğu hususî, ruhî ve enfüsî haller:

Eski Said’den yeni Said’e geçiş süreci ile ilgili R. Nur külliyatında onlarca lahika mektubu ve birçok açıklamalar olmasına karşın, Üçüncü Said dönemine ait geçiş süreci ile ilgili, orijinal metin ve lahika mektupları çok az ve sınırlıdır. Bu dönemi diğer dönemlerden ayıran birçok özellik olmakla beraber bunlar ‘Üçüncü Said’ ana başlığı altında yazılı metinlere çok fazla yansımamıştır.

Üçüncü Said dönemi, diğer Said dönemlerini de ihata edip sentezlemesi bakımından çok kıymetli ve ehemmiyetli bir dönemdir. Çünkü bu son dönem, Birinci ve İkinci Said dönemlerinden kopmadan, bir bütünlük içinde Üçüncü Said’e taşınmasıyla ayrı bir ehemmiyet arz eder. Doç. Dr. Ahmet Yıldız’ın ifadesiyle:
Yeni Said/Üçüncü Said çizgisi, Said Nursi’nin hayatında sübjektif ve objektif unsurların eklemlenmesine dayalı bütüncül bir çerçeveyi teşkil eder. Olgun Marksın genç Marks’tan ayrı düşünmesine benzer şekilde bir ayrışma Bediüzzaman ‘ın hayat safahatında gözlenmez ama değişen şartlara bağlı olarak farklılıkların oluşması da normaldir.”42 Yani Üçüncü Said’de birinci ve ikinci Saidleri ret ve inkâr yok, belki de ana prensiplerinden taviz vermeden konjoktürel şartlara göre kendini güncelleyerek, yeni bir tavır veya duruş denilebilir.

Diğer bir husus ise, İkinci Said’e geçiş süreci beş altı yıl olmasına karşın, Üçüncü Saide geçiş süresi Afyon hapsi ile sınırlıdır. Yaklaşık 20 ay. Yani Afyon hapsine girerken İkinci Said olarak giriyor, çıkışta Üçüncü Said olarak çıkıyor.

Buraya kadar yapılan tespitlere göre, Hz. Bediüzzaman 1919 yılında İstanbul’da Darü’l Hikmet-i İslamiye azası iken, yaşamış olduğu bir ‘inkılabat-ı ruhî’ neticesinde, Eski Said’den, Yeni Said’e geçmesine benzer bir ‘halet-i ruhiye’, 1949 yılında Afyon hapishanesinde yaşamıştır. Bu inkılab-ı ruhiden sonra ikinci Said dönemi bitmiş, Üçüncü Said dönemi başlamıştır. Bu bölüm talebeleri tarafından Tarihçe-i Hayat isimli eserinde şöyle anlatılır:

Üstad Said Nursî, Afyon Hapishanesinden 1949’da bir Eylül sabahı tahliye edildi. İki komiser arasında faytonla bir eve geldi. Yanında hizmetine bakan talebeleri de vardı. Bu tarihe kadar Üstad, evinde geceleri hiç kimseyi bulundurmazdı. Akşamdan tâ kuşluk vaktine kadar kapısı kilitli olarak kalırdı. Afyon hapsinden sonra ise, sadık talebelerinden bazıları hususî hizmetinde kaldı.

Afyon hapsinden sonra Üstad -kendi tabirince- bir nevi Üçüncü Said olarak görünüyordu. Çünkü bundan sonra hizmet-i Nuriye başka safhalarda tezahür edecekti, küllî bir inkişaf olacaktı. Üstad’ın hizmetine koşan ve Nur hizmeti için yanına gelenler, bilhassa mektebli gençlerdendi. Rahmet-i İlahiye Afyon hapis musibetini çok cihetlerle rahmete çevirmişti”43

Bediüzzaman’ın, Üçüncü Said’e geçiş süreci ile ilgili kendi açıklamaları:

Hz. Üstat daha sonra, hem Birinci Said hem de İkinci Said’in değişim süreçlerinin mahiyeti ile ilgili olarak, şu lâhika mektubunu neşreder:
Aziz, Sıddık kardeşlerim! İki-üç defadır ehemmiyetli bir halet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yuşa Dağı’na çıkarıp İstanbul’un, Dâr-ül Hikmet’in cazibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp hattâ İstanbul’da bulunan Nur’un birinci şakirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zarurî hizmetimi görmek için de yanıma almağa müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acib inkılab-ı ruhînin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış.
Ve üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman şakirdleri benim vazifelerimi yapacaklar, daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zâten Nur’un her bir câmi’ cüz’ü ve sarsılmayan hâlis şakirdlerinin her birisi, benden daha mükemmel ders verir.”44

R. Nur külliyatına girmiş olan Üstadın kendi dilinden Üçüncü Said’le ilgili en net mesajların verildiği bu mektup tek olması bakımından bahsimiz açısından çok önemlidir. Şu ana kadar basılan mevcut R. Nur metinlerinde ulaşabildiğim kadarıyla buna benzer başka yazılı bir belgeye rastlamadım.

Bediüzzaman’ın 1920 ve 1949 yıllarında yaşadığı ‘inkılâb-ı ruhî’ ile alakalı dikkat çeken önemli hususlar:

1. Bediüzzaman’ın 1920 yılında yaşamış olduğu bu ilk ‘inkılâb-ı ruhî’ nin hayatında büyük değişikliklere sebep olması. Bunlar:

a) İçtimaî ve siyasî bütün mevki ve makamları terk ederek, İstanbul, Ankara ve kendi memleketim dediği Van’dan da ayrılarak Erek dağında inzivaya çekilmesi,

b) En yakınlarını dahi yanında bulundurmaya müsaade etmeyecek kadar, tam bir inziva ve uzlet halinin hâkim olması,

c) Kendini bu ilk ‘inkılâb-ı ruhî’ den sonra Yeni Said/ İkinci Said olarak tanımlaması.

2. 1949 yılında yaşamış olduğu bu ikinci ‘inkılâb-ı ruhî’ ile ilgili açıklamaları ve halleri:

a) 1919 yılında yaşamış olduğu ‘İnkılâb-ı ruhînin’ aynısı olmayıp bir benzerinin olması ve bu halet-i ruhiyenin bir defa değil birkaç kez tekrarlanması,

b) Bediüzzaman; 1949 tarihinde yaşamış olduğu bu ikinci ‘inkılâb-ı ruhîden’ sonra, kendisini ‘Üçüncü Said dönemine geçtiğinin’ bir lâhika mektubuyla deklare etmesi,

c) 1949 tarihinde yaşamış olduğu İkinci ‘inkılâb-ı ruhîden’ sonra, Üçüncü Said dönemine geçmesiyle, içtimai ve sosyal hayat ile ilgili birçok beyanatları ve teşebbüslerinin olması.

Bediüzzaman ın 1920 – 1949 tarihleri arası olan İkinci Said dönemini genel değerlendirme:

Bediüzzaman’ın 1920 da geçirdiği ‘inkılab-ı ruhiden’ sonra cüz’î ihtiyarı ve iradesiyle yaptığı bazı tercihleri, ‘irade-i külliye ve Meşiet-i ilahiye’ tarafından geri verilir. Bu tensib ve takdiri ilahi, ikinci Said döneminin ana temasını oluşturmak ile beraber, kaderi ilahi ile sevk edildiği yeni bir yol haritasını belirleyici olması bakımından, çok önem arz eder.

Mesela; Yeni Said’in 1920 de yaşamış olduğu birinci ‘inkılâb-ı ruhiden’ sonra aldığı kararlar özetle şunlar idi:
-“Dünyadan tamamen yüz çevirmek.
-eski Said’i tamamen maziye gömmek.
– Büsbütün ahiret ehli Yeni Said olarak dünyadan elini çekmek.
Doğduğu yer olan şarka giderek mağaralara kapanmak.
-Ruhi ve vicdani hazlarıyla başbaşa kalmak.
– Siyasi ve sosyal hayatta sadece menfeat üzerine dönen “siyaseti” şeytanla aynı mülahaza ederek, “şeytanla beraber siyasetten” istiaze edip Allah’a sığınmak.
-Toplumdan tamamen, tecrit olarak kendi ruhi âlemine dalması”45 idi.

1920 yılında geçirilen inkılâb-ı ruhiden sonra Üstadın hissettiği mâna istikametinde aldığı kararlar ve hayata geçirdiği değişiklikler ile kaderin onu sevk ettiği veya onu tayin ettiği takdire bakılırsa, arada büyük bir açı farkının olduğu çok barizdir. Bu açı farkının tarihi arka planı ile alakalı belgelere dayalı fazla bir bilgimiz yok.

Fakat bu bilgi eksikliği malum hadiselerin hikmet cihetini öğrenmemize mani olmasa gerek. Yani, 1920 yılında geçirilen, inkılâb-ı ruhi neticesindeki Bediüzzama’nın attığı adımlar ile kaderin ona biçtiği rol iyi anlaşılırsa, 1949 yılında tekrarlanan inkılab-ı ruhî vakıası ve mesajları daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Bazen Meşiet-i İlâhiyenin, meşiet-i insaniyeyi geri vermesi:

Bahsimizle ilgili On Beşinci Mektupta çok güzel şöyle bir kaide var:
“İnsan her ne kadar fâil-i muhtar ise de, fakat اِذَا جَاءَ الْقَدَرُ عُمِىَ الْبَصَرُ -( Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz. Âyeti) sırrınca, meşiet-i İlâhiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlâhiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir. Kader söylese, iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.

Bu ölçüler muvacehesinde bakıldığında, 1920 yılında geçirilen inkılab-ı ruhiden sonra, Üstadın meşiet-i insaniye ve irade-i cüziyesi ile attığı adımları, Meşiet-i İlahiye ve irade-i külliye tarafından geri vermiştir. Çünkü inkılab-ı ruhiden sonra Üstadın anladığı mânalar ile kaderin ona tevdi ve tavzif ettiği mânaların çok farklı olduğu gayet açıktır.

Nitekim daha sonraki tarihî gelişmelere baktığımızda cereyan eden hadiselerden, “inziva, uzlet ve toplumdan tecrit olarak, yalnız ahiretine çalışmak” gibi arzularının hilafına farklı bir yöne sevk edildiğini meydana gelen vakıalar doğrulamaktadır.

Hz. Üstad, R. Nur metinlerindeki yapmış olduğu birçok tahlillerinde, İkinci Said dönemindeki çektiği bütün sıkıntıları 1920 tarihinde yaptığı tercihi ile ilişkilendirir.

Yani “İnziva, uzlet ve toplumdan tecrit olarak, yalnız ahiretine çalışmak gibi şahsi arzularının istikametine doğru yönelmesine bağlar.” Başına gelen bütün bela ve musibetlerin, bu tercihinin sonucu olduğunu sürekli tekrarlayarak, nefsiyle hep yaka paça olup hesaplaşır. Ve bundan dolayı kendini asla affetmez. Ahir ömrüne kadar kıyasıya nefsini eleştirmeye devam eder.

Çünkü O: مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ (Sana her ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi nefsindendir.48

Ayet-i kerimesi mucibince başına gelen bütün musibetlerde suçluyu dışarıda aramak yerine, işe önce kendi nefsinden başlamış ve kendi nefsiyle hiçbir zaman musalaha etmeyerek, nefsini tebrie ve tezkiye etmemiştir.

Yeni Said’in hâdisata melekûti boyuttan bakma pratiği:

Günlük hayatta cereyan eden hâdiselere ve özellikle musibetlere, Bediüzzaman her zaman ve her hâdiseye ‘melekûti cihetten’ bakmayı meleke haline getirmiştir. Çünkü eşyanın ve hâdiselerin mülk ciheti biraz karanlık ve karışık olsa da melekûtî cihetleri her zaman, şeffaf, temiz ve nezihtir. Bu bakış açısı her zaman pozitiftir. Hem de kadere iman, tevekkül ve teslimin zirve yaptığı yerlerdir. Mesela:

“Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatana keffaret ediyor.”49

Ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim”50

Ben: “Zalim insanların mahkûmu değilim; belki ben, âdil kaderin mahkûmuyum”51

Başa gelen her işde iki sebeb var; biri zahirî, diğeri hakikî. Ehl-i dünya zahirî bir sebeb oldu, beni buraya getirdi. Kader-i İlahî ise, sebeb-i hakikîdir; beni bu inzivaya mahkûm etti. Sebeb-i zahirî zulmetti; sebeb-i hakikî ise adalet etti. Zahirîsi şöyle düşündü:

Şu adam, ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder, belki dünyamıza karışır” ihtimaliyle beni nefyedip üç cihetle katmerli bir zulüm etti. Kader-i İlahî ise benim için gördü ki, hakkıyla ve ihlasla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti. Mademki nefyimde kader hâkimdir ve o kader âdildir.”52

Bu okuduğumuz metinlerde 1920 tarihinde malum ruhi inkılabdan sonra Üstadın: “inziva, uzlet ve toplumdan tecrit olarak, yalnız ahiretine çalışmayıtercih etmesini, sonradan çok isabetli bulmayarak, kendini kusurlu göstermesi de ayrı bir çalışma konusudur. Fakat şu kadarını söylemek gerekirse, Üstadın:
Ben kaderin mahkûmuyum
Zalim insanların mahkûmu değilim
kader senin gizli hatalarına binaen…
gibi sözleriyle kendini hatalı gösterse de bu sözlerinin ne kadarı “tevazu”, ne kadarı da “hakikati” ifade ediyor olması ayrı bir araştırma konusudur. Ama tevazu payının çok yüksek olduğunu söylemek herhalde malumu i’lam olsa gerek. Tasavvufî gelenekte şöyle güzel bir kelam-ı kibar vardır:

Hasenâtül ebrâr seyyiatül mukarrebîn” yani “ebrarın haseneleri mukarrebinin seyyieleridir” derler. Herhalde Üstadın da hata dediği şeyler bu kabilden şeyler olsa gerektir. Yani Hak var ehak var, hasen var, ahsen var. Hani derler ya: “güzel en güzelin düşmanıdır” diye.

Nazar ve niyetin hâdise ve eşyanın mahiyetini tağyir etmesi:
اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ ” âyetinin bir sırrı(yla) Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde (bile) hakikî bir hüsün ciheti vardır”53 kaidesiyle:

Her bir hadiseye, vakıaya hatta eşyaya; nereden, niçin ve nasıl baktığına göre varlığın mahiyeti ve hakikati tağyir eder ve tebdil olur, prensibiyle:

En kötü olaylardan bile iyi bir nokta bulup her hâdiseyi, hayra yormayı hayatının vazgeçilmez bir prensibi haline getiren Hz. Üstad başına gelen bu dehşetli zulüm ve işkencelerde bile yine bir rahmet ciheti bularak: “Demek hapis bizim için bir nimettir, bir rahmettir”54 deyip, sabır içinde şükreder. Çünkü:

On Üçüncü Şua’daki bir mektupta: “Ben bu gece Eski Said’in izzetli damarıyla, ellerimiz kelepçeli beraber mahkemeye süngülü neferatla sevkimizi düşündüm. Şiddetli bir hiddet geldi. Birden kalbe ihtar edildi ki: Hiddet değil, belki kemal-i iftiharla, şükür ve sevinçle bu vaziyeti karşılamak lâzımdır.

Çünki zîşuur ve hadd ü hesaba gelmeyen melek ve ruhanîlerin ve insanlardan ehl-i hakikatın ve ashab-ı vicdanın ve iman-ı tahkikî sahiblerinin nazarlarında, hak ve hakikat ve Kur’an ve iman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kafilesi suretinde görünüyorlar. Bunların teveccüh-ü rahmet-i İlahiyeyi ve kabul-ü Rabbaniyeyi gösteren bu yüksek takdir ve tahsinlerine karşı, mahdud bir kısım serseri ve haylaz ve sefihlerin tahkirkârane nazarlarının hiçbir ehemmiyeti olamaz.”55

Lema’larda ise: “Ben yirmi yaşlarında iken tekrar ile derdim: “Eski zamanda mağaralara çekilen târik-üd dünyalar gibi âhir ömrümde ben de bir mağaraya, bir dağa çekilip, insanların hayat-ı içtimaiyesinden çıkacağım.” Hem eski Harb-i Umumî’de şark-ı şimalîdeki esaretimde karar vermiştim ki: “Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter.” derken, inayet-i Rabbaniye, hem adalet-i kaderiye tecelli ettiler.

Kararımdan ve arzumdan çok ziyade hayırlı bir surette ihtiyarlığıma merhameten o mutasavver mağaralarımı hapishanelere ve inzivalara ve yalnızlık içinde çilehanelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet ve münzevilerin dağlardaki mağaralarının çok fevkinde “Yusufiye Medreseleri” ve vaktimizi zayi’ etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini, hem hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin mücahidane hizmetini verdi56 “Kader-i İlahî ise, Onların bu katmerli zulmünü muzaaf bir rahmete çevirdi”57 der.

Bütün bu iyimser tabloya rağmen Hz. Üstad yine de kendini affetmez. “Konuşan Yalnız Hakikattır.” isimli mektubunda ve 1949 yılında afyon mahkemesi müdafaalarında kendini itham etmeye devam eder. Fakat bu kendi kendisiyle hesaplaşmalar, “belki” de Afyon hapsinde tekrar yeni bir inkılab-ı ruhi geçirmesine sebep olarak Hz. Üstadın Üçuncü Said dönemine geçmesine vesile olur.

İnsanların başına gelen musibetlerde enfüsî ve afakî boyutlar:

Hz. Üstad birçok lahika mektuplarında “Benim suçum veya bir tek suçum” var diyerek, kendi kendine yaptığı ithamlarda çok temel, fakat çok önemli iki farklılığa dikkat çeker:

Birisi; enfüsî (Küçük daire ile ilgili)
Diğeri; afakî (Sosyal hayat ile ilgili)
Bu iki temel farklılığın yer aldığı, “Konuşan yalnız hakikattir” başlıklı lahika mektubunda “enfüsî” boyut, Afyon Mahkeme müdafaasında ise “afakî” cihet öne çıkıyor.

Birincisi: (enfüsi kısmı): Tarihçe-i Hayattaki bir lahika mektubunda: “Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevablarını bulamıyordum; üzülüyordum, muzdarib oluyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini şimdi bildim. Ben kemal-i teessürle söylerim ki: Benim suçum, hizmet-i Kur’aniyemi maddî manevî terakkiyatıma, kemalâta âlet yapmakmış. Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum.”58

kader-i İlahî Nur’daki hakikî ihlası kırmamak için Said’e şefkatli tokatlar vurup “Sakın sakın, hakaik-i imaniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’u kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ manevî kemalâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ ki Nur’un en büyük kuvveti olan ihlas-ı hakikî zedelenmesin!”59 diye emrediyor.

Bütün dünyevî hayatını bir sepete koyabilen birisi ve “Birkaç adamın imanını kurtarmak için Cehenneme girmeye”60 razıyım diyebilen bir Zât hizmet-i Kur’aniyesini maddî ve manevî terakkiyatına, kemalâtına nasıl âlet yapmış olabilir ki? Herhalde bu sözleriyle Nur talebelerine bazı mesajlar vermek istiyor olmalıdır.

Mesela:
Amelinizde yalnız ve yalnız rıza-yı İlahî olmalı.61
Bu zamanda tesirli bir iman dersi, ancak dinin hiçbir şahsî, dünyevî, uhrevi, maddî ve manevî bir şeye âlet ve tabi edilmeden verilmesiyle husule gelebilir.62
Hatta: azabdan, Cehennem’den kurtulmaklığı(nıza), hattâ saadet-i ebediye(ye) vesile yapma(yın).63
Hususan siyasî, dünyevî, şahsî, cem’iyet hatta cemaatî (meşrebi taassub) menfaatlere dahi dinî hususan iman hizmetini alet ve tâbi yapmayın.64
İslâm, bugün öyle mücahidler ister ki; değil dünyasını ahiretini dahi feda etmeye hazır olsun65 gibi.

İkincisi: (afaki, yani sosyal hayat ile ilgili kısmı): Afyon Mahkemesine ve Ağır Ceza Reisine diyor ki:
Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı alâkamı kesmiştim. Şimdi o kadar manasız, lüzumsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş, yaşayamayacağım. Hapsin haricinde, yüzler resmî adamların tahakkümlerini çekmeğe iktidarım yok. Bu tarz hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi taleb ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor. Hapiste kalmak bana lâzımdır.

Makam-ı iddianın asılsız isnad ettiği suçlar siz de bilirsiniz ki, yok. Beni cezalandırmaz. Fakat beni manen cezalandıracak vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasib ise, sorunuz cevab vereyim. Evet büyük kusurlarımdan bir tek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi -dünyaya bakmadığım için- yapmadığımdan, hakikat noktasında afvolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine şimdi bu Afyon hapsinde kanaatım geldi”66 der.

1949 yılında Afyon hapishanesinde geçirilen “inkılab-ı ruhi” den sonra Üstad Hz. Üçüncü Saide geçişini bir mektupla nur talebelerine bildirmişti. Bu lahika mektubunda ise Ağır Ceza Reisinin sorduğu sorulara verdiği cevaplar, “inkılab-ı ruhi”den alınan mesajların bir kısmının, açılımları veya yeni bir dönemin başladığını haber veren çok önemli ipuçlarıdır. Özetle ifade etmek gerekirse:
-“İddia makamınızın bana isnat ettiği suçların asılsız olduğunu siz de bilirsiniz.
-Fakat ben kusursuz değilim. Sizin bilmediğiniz, vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var.
-Eğer sormak münasib ise, sorunuz cevab vereyim. Evet, büyük kusurlarımdan bir tek suçum:
-Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi -dünyaya bakmadığım için- yapmadığımdan hakikat noktasında affolunmaz bir suç işledim.
-Bu suçu bilmeyerek işlemiş olmam bile bana bir özür teşkil etmez” diyor.

Hakikaten Üçüncü Said dönemine doğru giden Bediüzzaman için, bu cümleler çok önemli kilometre taşları niteliğinde. Çünkü artık yol haritası belli olmuş. İkinci “İnkılab-ı ruhiden” sonra Üçüncü Said dönemine geçtiğini bildirdiği gibi, bu devrede neler yapması gerektiğini de genel hatlarıyla belirtiyor.

Ana hatlarıyla özetlediğimiz bu metnin bütün cümleleri önemli olmakla beraber, Üstadın asıl vurgu yaptığı üç cümlesi anahtar niteliğindedir. Bunlar:

1.) Vazife-i hakikiye.
2.) Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum dediği ‘büyük vazife.’
3.) Dünyaya bakmadığı için yapamadığı, fakat hakikat noktasında af olunmaz bir suç işlemesi.

Bu üç cümleyi birleştirecek olursak: “Vatan, millet ve din namına mükellef olduğum, büyük bir vazife-i hakikiye (olan) dünyaya bakmadığım için, yapamadığımdan hakikat noktasında af olunmaz bir suç işledim” diyen Bediüzzaman: “Bu suçu bilmeyerek işlemiş olmam bile bana bir özür teşkil etmez” der.

Aslında, 1949 yılında yaşamış olduğu ikinci “inkılab-ı ruhiyi”, aynen 1920 yılında da geçirmiş. Fakat o ilk “inkılab-ı ruhiyeden” sonraki hayata bakışı; “bütün bütün târik-i dünya olarak zuhur” etmişti. Fakat bu ikinci “inkılab-ı ruhiyiden” sonraki hayat tarzı ile ilgili aldığı kararlarında: ‘uzlet, inziva ve toplum hayatından tecrit olmak yok’ diyerek daha hikmetli ve daha rasyonel bir tercih yapmıştır.

Bilakis: Vazife-i hakikiye olan, vatan millet ve din namına mükellef olduğu hayat-ı içtimai-i siyasiyeye bakmanın zamanın gelmiş olduğunu net bir şekilde ifade eder. Çünkü madem “İmanlı ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır”67

Hem madem yüzde bir de olsa68, vatan ve millet ve din namına hayat-ı içtimî ve siyasi sahasında da büyük bir vazife-i hakikiyeye var.69 O halde bu vazifeleri ifa etme zamanının ve zeminin geldiğini haber vermektedir.

Üçüncü Said’in sosyal hayata bakışı ile ilgili genel tesbitler:

1949’dan sonra, Üçüncü Said döneminin ilk icraatlarında biri olan, hem Birinci Said dönemine ait eski eserlerin, hem de İkinci Said dönemine ait eserlerin matbaa baskısıyla ve Latin harfleriyle neşredilmesidir.

Arapça olanların da Türkçeye tercüme edilerek yeni harflerle aynen neşridir. Mesela bunlardan birisi olan İşarat-ül İcaz tefsirinin başına şu notu düşerek neşretmiştir: “Eski Said, en dakik ve en ince olan nazm-ı Kur’anda îcazlı olan i’cazı beyan ettiği için, kısa ve ince düşmüştür. Fakat şimdi ise Yeni Said nazarıyla mütalaa ettim. Elhak, Eski Said’in bütün hatiatıyla beraber, şu tefsirdeki tedkikat-ı ilmiyesi, onun bir şaheseridir.”70

Yeni Said, Risale-i Nur’daki hakikî ihlas ile yine o ihlası buldu. Yeni Said, aynı ihlas ile baktı, tashih yerini bulamadı. Demek sünuhat-ı Kur’aniye olduğundan, i’caz-ı Kur’aniye onu yanlışlardan himaye etmiş. Nur Talebeleri}”71

Bu düşülen notlardan Bediüzzaman’ın üçe ayırdığı hayat safhaları arasında ilcaat-ı zaman ve muktezay-ı hale uygun söylemenin dışında bir değişiklik ve kopukluk olmadığı görülüyor.

Bundan dolayı İçtimai ve sosyal hayata bakan birçok prensipler ve kaideler, Birinci Said dönemine ait eski eserlerinde olduğu için, onları yaklaşık kırk yıl sonra yine aynen neşretmiş. Bu neşriyat hem yeni Latin harfleriyle, hem de Birinci Said döneminde olduğu gibi matbuat lisaniyle olmuştur.

Mehmet Fırıncı ağabeyin naklettiği bir hatıraya göre özetle: Sözler kitabının ilk baskısının matbaadan çıkışı üzerine, Bediüzzaman oturduğu bir koltuk üzerinde ayak ayak üzerine atarak: “İngiliz ve Fransız uçakları beni imha etmek için geldiklerini duysam bile Zübeyir yap bir kahve diyeceğim”72 diyerek bu yeni durum için sevincini ve hissiyatını bu cümleler ile ifade eder.

Hem bu yeni durum Üstadın şahsi tasarrufu değil, ‘matbuat lisanıyla’ konuşmak zamanının geldiğine dair şöyle manevî bir ihtara binaendir:

Risale-i Nur bu mübarek vatanın manevî bir halaskârı olmak cihetiyle (dehşetli manevi belaların def’i için) matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi(ğinden) matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi”73 der.

Bu lahikanın neşredilmesiyle, “Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazife”74 dediği, hayatın geniş dairelerine bakan ve yüzde bir nisbetinde75 olan, hayat-ı içtimaiye ile ilgili vazifeleri ifa etme zaman ve zeminin geldiğini haber verdiği gibi, bu vazifenin niçin bu topraklarda yapılması gerektiğini de şöyle açıklar. Özetle:

Bediüzzaman; millî ve manevî değerlerin muhafazası noktasında, vatan topraklarının korunmasını en büyük dinî vazife sayarak, gerektiği zaman sıcak savaşa katıldığı hatta esir düştüğü gibi; ülkemizin İslam coğrafyası içindeki yeri ile dinî ve tarihî misyonu gereği, asla vatan topraklarını terk etmemiştir.

Vatan topraklarının hapishanelerini ve esaretini, dışarıdaki hürriyete ve şaşalı hayata tercih etmiştir. Birçok hayatî tehlike geçirdiği zamanlarda bile, seni Pakistan, Mısır veya Hicaz bölgesine götürelim tekliflerine iltifat etmemiştir.

İslamî kaynaklarda, beş şeyin korunmasının esas olması:

Bediüzzaman özellikle Üçüncü Said dönemde, devlet ricaline ‘siyasiyyunu irşat’ mülahazasıyla gönderdiği mektuplarda genellikle, “vatan, millet ve dini muhafaza etmek”76 cümleleriyle başlayarak, çok mühim dinî bir meseleye dikkat çeker. Çünkü. İslamî kaynaklarda şu beş şeyin korunması çok temel esaslardan birisi sayılır. Bunlar:

1. Nefsin (canın) korunması. (Maide, 5/32 – Nisa, 4/93 )
2. Aklın Korunması. (Maide, 5/90)
3. Dinin Korunması. (Bakara, 2/256)
4. Neslin Korunması. (İsra, 17/32)
5. Malın Korunmasıdır. Nisa, 4/29- Necm, 53/39 – Bakara, 2/275)

Bediüzzaman’ın devlet ricaline gönderdiği mektuplarda serlevha yaptığı, ‘Vatan millet ve din’ kavramlarının içinde diğer iki madde de (can ve akıl) mücmel olarak bulunuyor. Dolaysıyla bir parça hayatı dünyeviye ve siyasiye ye bakan Üçüncü Said döneminde esas saik ve nokta-i nazar:

Hamiyet-i dünyeviye değil,
 Hamiyet-i diniyedir ve uhreviyedir.

Yani Üstad Bediüzzaman vatan millet ve din gibi kutsalların korunması ve muhafazası için hayat-ı içtimaiye ve siyasiyeye dair beyanları ve davranışları kesinlikle siyasî, cemaatî, dünyevî hatta hiçbir maddî ve manevî menfaatlara dayanmaz.77

Bediüzzaman vatan millet ve din için çalışmayı, “Feraiz-i diniyeden” saymıştır:

Çünkü O: “ilim itibariyle insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer’an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim”78 diyerek, vatan millet ve din için çalışmayı, hizmet etmeyi “Feraiz-i diniyeden” saymıştır. Ve bunu fiilen de göstermiştir. Çünkü:

Bediüzzaman bu kudsî vatanın maddî ve manevî değerlerinin muhafazası ve bu mübarek toprakların korunmasını en büyük dini vazife sayarak gerektiği zaman sıcak savaşlara katıldığı ve esarette idama mahkûm edildiği gibi, bu zamanın cihad-ı manevîsi ve “Kur’an’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmem lâzımdı”80 diyerek (bazı tatlı su balıklarının yaptığı gibi) ülke topraklarını asla terk etmemiştir.

Üçüncü Said’in vatan, millet ve din namına mükellef olduğum dediği, hayatın geniş daireleri olan, hayat-ı içtimaiye ve siyaset-i İslamiye ye dair nasıl bir hizmet yapacağı konusuna girmeden önce üstadın “siyaset” kavramına yaklaşımını ve ona nasıl bir mana yüklediğine kısa bir-iki cümle ile bakılacak olursa:

Evvela O hiçbir konuda toptancı bir yaklaşım göstermez. Avrupa’yı, felsefeyi ve dünya hayatını kısımlara ayırarak tahlil ettiği gibi, “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” yani, “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” derken de siyaseti mutlak manada çirkin ve kötü olarak görmez. İkinci Said döneminde siyasete mesafeli duruşunun kendine has özel şartları vardır. Bu özel şartalar, makalenin ‘İkinci Said döneminde ülkede hangi siyasi ve sosyal şartları olduğu’ başlığı altında genişçe izah edilecektir.

İstibdat ve menfaat üzerine dönen siyaset ile dinsizliğe alet edilen siyaseti kıyasıya eleştirdiği gibi, R. Nur külliyatında onlarca yerde “Bu memleketin vatanperver siyasîleri”81 diyerek başladığı mektuplarında vatan millet ve dinin lehine hayırlı işler yapan siyasetçileri muhalif olsun, muvafık olsun her zaman tasvip ve tebrik etmiş. Onlara hayır dua ederek yanlarında durmuştur.

Bediüzzaman’ın “Feraiz-i diniyeden” saydığı, ittifak, ittihad ve irşad hizmetleri ile ilgili ezber bozan sıra dışı görüşleri:

Üçüncü Said ile ilgili bu umumi tesbitler bir kısım soruları da beraberinde getiriyor. Mesela, Üçüncü Said dönemine giren Bediüzzaman ve Risale-i Nur Cemaati:
 Vatan millet ve din namına mükellef olunan içtimai ve siyasî hayatta nasıl bir hizmet yapacaktır?
 Bu siyasî ve içtimaî hizmetin sınırları ne olacaktır?
 Hedef kitle kimlerdir?

Bu uzun ve çok önemli üç şıklı sorunun cevabı, Üstad Hz. bütün hayatı boyunca peşinden koştuğu ve büyük gayelerinden birisi olan ittihad-ı İslam ana başlığı altında özetlenebilir. Risale-i nur kaynaklarına göre bu büyük hedefe gidilen süreçte, atılacak adımların:
Küresel ölçek,
• İslam coğrafyası ve
• Ana vatan olmak üzere üç farklı merhalesi vardır.

Bu merhaleler; Vatan, millet ve dinin korunma şartına bağlanmıştır. İttihad-ı İslam ana başlığı altındaki bu şıkların, sınırları ve hedefleri açısından bir tasnif yapmak gerekirse:
1. Dinin korunması için, ehli kitapla ittifak
2. Milletin korunması için, âlem-i İslam ile ittihad
3. Vatanın korunması için ise, müsbet hareket ve “Siyasiyyunu irşad tarikiyle”82 hizmet etmektir.

Bediüzzaman birçok lahika mektuplarında âlem-i İslam’ın ancak bu üç ayağın tesisiyle, büyük hedefi olan “İttihad-ı İslam’a” ulaşılabileceğini söyler. Yani:
 Küresel bazda inkârı ulûhiyete karşı “Ehven-i Şer” kaidesiyle “ehli kitapla ittifak” etmek.
 Dağılmış olan âlem-i İslam milletleriyle hayr-ı mahz olan ve aynı zamanda bir farz-ı muzaaf olan “İttihad-ı İslamı’ tesis etmek.
 Vatanın korunması için ise:

1. Müsbet hareket ve asayişin muhafazasını dinî bir mecburiyet olarak bilmek.83
2. Dahildeki cihad, manevî olduğundan, millete ve siyasiyuna irşad tarikiyle hizmet etmek.84
3. Harici cihadda ise ancak düşmanın tecavüzatını def etmek için kuvvetin kullanılması.85

Ancak bu üç şartın yerine gelmesiyle “Bu zamanın en büyük farz vazifesi (olan), ittihad-ı İslâm”86 tesis edilerek, “Cemahir-i Müttefika-i Amerika87 gibi” “Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahîden kuvvetle ümid ve niyaz ediyoruz”88 der.

Bu bölüm ile ilgili meseleler Emirdağ Lahikasında, kısaca şöyle hülasa edilmiş:
Âlem-i İslâm’ın tam intibahıyla ve Yeni Dünya’nın, Hristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve Âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur’an’a ittihad edip tâbi’ olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavî bir muavenetle dayanıp inşâallah galebe eder.”89

Devlet-i Eflatuniye veya “Medine-i fâzıla-i Eflatuniye” hedefi:

Vatanın korunması için, siyasiyyunu irşad tarîkiyle yapılacak olan hizmeti sadece devleti idare edenlerle sınırlı düşünmek herhalde hedefi küçültmek veya hizmet alanını daraltmak olur. Çünkü devleti idare sanatı denilen siyasetle ilgilenenler sadece devlet idarecileri değildir. Bir memleketin bütün fertleri az veya çok yaşamış olduğu ülkenin sevk ve idaresiyle ilgilidir. Belki de olmalıdır.

Çünkü Üstad Hazretleri İ. İcaz’da medeni bir insanın yaşayabilmesi için, olması gereken maddî ve manevî şartları sayarken, kültür, ekonomi, hukuk ve muamelat gibi şartların yanına birde “siyaset-ül medeniye” maddesini ilave etmiş. Bunlar:
 “tehzib-ür ruh,
 riyazet-ül kalb,
 terbiyet-ül vicdan,
 tedbir-ül cesed,
 tedvir-ül menzil,
 nizamat-ül âlem,
 hukuk, muamelât, âdâb-ı içtimaiye” vs. saydıktan sonra,
 siyaset-ül medeniye,90

diyerek, medenî bir insanın çevresinden ayrı düşünülemeyeceğine dikkat çekip, Meyvenin 4. Meselesi’nde de bunlara şu ilaveleri yapar:

Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev’-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir.
Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir”91 diyor.

Burada en küçük dairede en büyük vazifeye vurgu yapılırken, yüzde bir nisbetinde olan, en geniş dairelerdeki hizmet de yok sayılmıyor. Sadece her bir vazifenin insan hayatında ne miktarda yer alacağının bir ölçüsü veriliyor.

İ. İcazda medenî bir insan hayatının tanzimi ve inşaası için zikredilen ve aynı zamanda bir manifesto niteliğinde olan esaslarla, Meyvenin 4. Meselesindeki hassas dengeler kurularak hayata geçirilebilse, Üstadın model olarak gösterdiği; Devlet-i Eflatuniye veya “medine-i fâzıla-i Eflatuniye”92 diyerek de tarif ettiği, yani en faziletlilerin kurabileceği bir medeniyeti ve sosyal yapıyı, gaye-i hayal etmek hiçte hayal değil.

Risale-i Nur talebeleri için, hayat-ı içtimaiye ve siyasiyeye dair, Bediüzzaman’ın ısrar ile üzerinde durduğu ana prensipler:

Üstad Bediüzzaman, aktif siyasetle Nur Talebelerinin arasını kesin ve kalın çizgilerle ayırarak, Onlara siyaset İle iştigal etmeyi (bazı istisnalar dışında) kesin bir dille yasaklamış.

Çünkü Nur talebelerinin ve Kur’an hizmetkârlarının diğer birçok amme hizmeti yapan kurum ve kuruluşlarda olduğu gibi, siyasî bir yelpazede aktif görünmesini dinî ve imanî hizmetlere zarar verebileceği endişesinden dolayı, Nur Talebelerini şiddetle siyasetten men ettiği birçok yazılı ve sözlü beyanatları vardır. Onlardan bir kısmına kısa kısa temas edeceğiz. Mesela:

Derste dost düşman fark etmez:

1. “Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi’ ve dâhil olmaz.”93
2. Hem: “Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların (çok) âşıkları var.”94
3. Hem de: “İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez
4. “Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri vardır.”95

Kâinatın en büyük meselesi olan, iman hizmeti size yeter:

1. “Size kâinatın en büyük mes’elesi olan iman hizmeti yeter“96
2. ”Evet Risale-i Nur şakirdlerinin meşgul olduğu vazife, en muazzam olan mesail-i dünyeviyeden daha büyüktür. Siyasetle uğraşmaya vaktimiz yoktur. Yüz elimiz de olsa, ancak Nur’a kâfi gelir.”97
3. “Nurcular, siyasetlerle alâkaları olmaz. Yalnız iman hakikatlarıyla bütün hayatları bağlıdır.”98

Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı:

1. “Eski Said, bir mikdar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu.. ve gördü ki; o yol meşkuk ve müşkilâtlı”99
2. Yeni Said ise: “Yirmi sene emsalsiz işkencelere tahammül edip siyasete -meslek itibariyle- tenezzül”100 etmemiştir.
3. “Evet bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.”101
4. Hem: “Şefkat, vicdan, hakikat, bizi siyasetten men’ediyor.”102

Sakın, sakın siyasete girmeyin, asayişe dokunmayın:

1: “Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın.”103

2. “siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız”104

3:“Risale-i Nur’un has ve sadık talebeleri, gayet şiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar.”105

Nur Talebelerinin, hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir:

1. “Risale-i Nur şakirdlerinin, mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak.”106

2.”Risale-i Nur şakirdleri, siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.”107

Şeriatta siyaset yüzde birdir:

1: Şeriatta yüzde doksandokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü-l emirlerimiz düşünsünler.”108

2: “Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim.”109

3: “Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men’etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu.”110

4: “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!“111

Bu zamanda fevkalâde öyle hâkim cereyanlar var ki…

1. “Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve .. her halde en a’zam ( olan iman hizmetini) esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yapmayacak.”112

2. “Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.”113

Risale-i Nur meslek ve meşrebine göre yukarıda zikredilen prensiplerin daha ziyade ön plana çıktığı, 1920/1949 tarihleri arası ülkede hangi siyasi ve sosyal şartların olduğu:

Hz. Âdemden itibaren her peygamberin ümmetini sakındırdığı ve Allaha sığınıp istiaze ettiği ve “Bin üçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etttiği, azab-ı kabirden sonra مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَّالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِ vird-i ümmet olduğu bu devirde:114

1. Kur’an’ın etrafındaki bütün surlar yıkılmış.
2. Kur’an okutmak, ezan okumak ve hacc gibi ibadetler yasaklanmış.
3. Harf inkılabıyla ecdadımızı bize bağlayan bin yıllık tarihi, kültürel ve dini bağlar koparılmış.
4. Tevhid- Tedrisat Kanunuyla her türlü dini faaliyet yasaklanmış. Medreseler, tekkeler, zaviyeler ve binlerce cami kapatılarak, bir kısmı depo, ahır ve hatta meyhane, kumarhane yapılmış.
5. Komünist Rusya’nın ve Kızıl Çinin bile yapmadığı kıyafet inkılabıyla, kâfirlerin serpuşu 17 milyonun başına geçirilmiş.
6. Hilafet kaldırılarak din devletin himayesinden çıkarılıp düşman ilan edilmiş.
7. Son Halife Vahdettin ve bütün Osmanlı hanedanı yurt dışına sürülmüş.
8. Mustafa Kemal ile Milli şef İsmet İnönü beraber: “Din öldürülecektir.”115 kararını vermişler.
9. Başbakan Şükrü Saraçoğlu: “Din zehirdir. Türkiye’den dini tamamen atabilmek için bize 30 sene lazım” diyebilmiş.
10.Devletin resmi kayıtlarında milletin dinî, ‘din-i İslam’ kaydını kaldırarak ‘laiklik rejimi’ mer’iyete geçerek lastikli kanunlar ile Müslüman avına dönüştürülmüş.
11. Mustafa Kemal 1 Kasım 1937 günü Meclis’i açarken “Gökten indiği sanılan kitaplar” diye Kur’an’ın İlahi bir kitap olmadığını söyledikten iki yıl sonra açılan Köy Enstitüleri vasıtasıyla, dinsiz eğitim ve öğretim resmen kurumsallaştırılmış.
12. Moderniteye uyum kılıfı altında, devlet eliyle üretilen bira ve alkol kullanımı açıktan teşvik edilmiş.
13.Bin yıllık İslam’ın kalesi olan bu memlekette, milletin ahlakını bozmak ve aileyi çökertmek için her türlü müştehcen neşriyat teşvik edilip, resmen her vilayette fuhuşhaneler açılmış.
14.Dinsizlik ve zulüm devrinin yaptığı dini imha etmek için yaptıkları inkılapların yerleştirilmesi için yüz bin adam idam edilmiş.
15. Üstad Bediüzzaman 17 defa zehirlenerek öldürülmek istenmiş. 15. Nur Talebeleriyle ilgili birçok toptan imha planları var.
16. Bu dönemde Nur Talebeleri, bin kusur defa mahkemelerde beraat ettikleri halde, yine de takibatlar ve tevkifatlar devam etmiş.
17. Ülke idaresinin adı ‘cumhuriyet’ olmak ile beraber, seçimlere hep tek parti katılmış. Rey atmak polis ve jandarma nezaretinde ‘açıktan’, oy sayımları ise ‘gizliden’ yapılmış. Bunun da adına hürriyet ve demokrasi demişler.

Bu dönemde Bediüzzaman:

1920-1926 yıllarında Bediüzzaman’ın kendi tercihiyle girdiği inziva ve uzlet yılları daha sonra devlet eliyle tehcir, tecrit, sürgün ve hapisler ile 35 yıla kadar uzamıştır. Yeni Said kendine bütün bu zulümleri reva gören zalimleri kader-i İlahiyeye havale ederek hâdisata melekût cihetinden bakıp şöyle demiştir: (Daha öncede zikredildiği gibi)

Gençlik yıllarında; “Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter“116 şeklindeki duasının kabulüne bağlar. Ve başına gelen bunca musibetlerdeki rahmet cihetine şöyle dikkat çeker:

Cenab-ı Hak: “O mutasavver mağaralarımı hapishanelere ve inzivalara ve yalnızlık içinde çilehanelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet ve münzevilerin dağlardaki mağaralarının çok fevkinde “Yusufiye Medreseleri” ve vaktimizi zayi’ etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini, hem hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin mücahidane hizmetini verdi” der.

Bu inziva ve uzlet yıllarında Yeni Said:

 Mektubat’ta: Sekiz sene bir tek gazete okumak arzusunun olmadığını ve okumadığını,118
 Şualar’da: Yirmi seneden beri hiçbir gazeteyi ne okumak ne de sormak merakının olmadığını,119
Tarihçe-i Hayat’ta: “Yirmibeş seneden beri hiçbir gazeteyi okumadığını ve dinlemediğini,120
 Tarihçe-i Hayat’ta: Otuzbeş senedir bir gazeteyi eline almadığını ve dünya şuunu ile alâkasını kestiğini,121
 “Bu on sekiz senedir, hiç gazete okumadığını; bu sekiz aydır, bir defa cihanda ne oluyor, diye sormadığını; üç senedir burada işitilen radyoyu dinlemediğini,122
 Bu yıllarda; kendi âhireti ile meşgul olup memleketinde (Nurs Karyesi’nde) öz kardeşine yirmi iki sene zarfında bir tek mektub yazmadığını veya yazamadığını söyler.123

Bu bölümdeki tespitlere göre; Yeni Said’in R. Nur Külliyatını, hangi maddî ve manevî şartlarda ve aklî, kalbî ve ruhî bir izolasyon ve inzivaya çekilerek nasıl te’lif ettiğini anlatması bakımından çok önemlidir.

Ayrıca, bundan sonraki bölümlerde göreceğimiz Yeni Said’in sosyal hayata geçmesi veya karışma dönemi olan Üçüncü Said’e hangi şartlardan geldiğini göstermesi bakımından da çok manidardır.

1950-1960 tarihleri arası Bediüzzaman’ın içtimai ve sosyal hayat ile ilgili teşebbüsleri, beyanatları ve halleri:

1950’de çok partili sisteme fiilen geçilerek istibdat ve ceberut devrinin kısmen de olsa bitmesiyle ve “İmanlı ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır”124 prensibiyle ve de “Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır”125 diyen Bediüzzaman; bir din âlimi ve fikir adamı olarak;

Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum” dediği o ‘büyük vazifeleri’ yapmak için dinî, içtimai ve sosyal hayat ile ilgili bazı adımlar atmış ve birçok sözlü ve yazılı beyanlarda bulunmuştur.

Birçok kişinin kafasının karıştığı, ‘acaba hangisi daha doğru?’ diye ikileme düştüğü, içtimai ve sosyal meselelerde, çok net tavırlar sergileyen Bediüzzaman, ehl-i imana fiilen rehber olmuştur.

Çünkü “İnsan(ların) yüzde sekseni ehl-i tahkik”126 değildir. Ehl-i taklittir, bir cihette avamdır. “Avama ders veren (ise) fiildir”127 yani efkârı âmmenin teoriden ziyade yaşanmış tecrübelere, işin pratiğine ve fiili örneklere baktığını söyleyen Bediüzzaman, bu son döneminde iman ve İslamiyet adına çok önemli mesajlar vermiştir.

Önceki dönemlerde görmüş olduğu onca sürgün, zulüm, hapis, tecrit, işkence ve hayata kastetmelerine rağmen onlara takılmadan; “Ne öfke, ne teslimiyet, üçüncü yol müsbet hareket” prensibiyle İslam dünyasının çok muhtaç olduğu örnek tavır ve hikmetli davranışlar ve imanî-İslami hizmetler yapmıştır.

1920-1949 tarihleri arası daha ziyade Enfüsî dairede ve imanî hizmetler ön plana çıkarken 1950-1960 tarihleri arası daha ziyade geniş daire ve İslami hizmetlere ağırlık vermiş. Kısmen hürriyet devrinin başlamasıyla içtimai ve sosyal hayatta yapılacak olan ve yüzde bire tekabül eden siyaset-i İslamiye hizmetleri ön plana çıkmış. Bunlar çok olmakla beraber bir kısmı şunlardır:

Diyanet İşleri ile olan irtibatları:

1. Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki, Bediüzzaman Said Nursî’den iki takım Risale-i Nur’u Külliyatı (bir takımını Diyanet İşleri Kütüphanesine koymak, bir takımını da şahsına alıkoymak için) istemişti. Fakat hapis hâdisesi çıktı, gönderilemedi. Üstad, hapisten sonra Emirdağ’a geldiği vakit, evvelce hazırlanan iki takımı tashih ederek Ahmed Hamdi’ye gönderdi.128

Risale-i Nurları dış devletlere göndermesi:

1. 1951’de Kore Harbi münasebetiyle Türkiye’den Kore’ye giden Bediüzzaman’ın talebelerinden Bayram Yüksel vasıtasıyla R. Nur külliyatının bir kısmı Japon üniversitelerine ve bir kısmı da Kore kütübhanelerine hediye edilmiştir.129

2. 1957 Yılında İsmail Hekimoğlu ile Amerika Washington şehrindeki The Islamic Center merkezine R. Nurdan bazı eserler göndermiştir.130

3.1951’de Pakistan Maarif Nâzır Vekili Ali Ekber Şah Türkiye’ye geldiği zaman Bedîüzzaman’ı ziyareti esnasında ona Risale-i Nur hakikatlerini anlatmıştır.131

4. R. Nurdan bazı eserlerini, Câmi-ül Ezher ulemasına, Medine âlimlerine, Şam-ı Şerife göndermiştir.132

Vatikan ve Fener Patriği ile olan irtibatları:

1. 22 Şubat 1951’de Vatikan’a ‘Zülfikar’ isimli eserini göndermiştir.133

2. 1953’te İstanbul Fener Patriği ile görüşerek onlara İslamı tebliğ etmiştir.134

İttihad-ı İslam ve İslam birliği ile ilgili olan görüşleri:

1.İttihad-ı İslam için ve şeairin ihyası gibi birçok meseleler için, Adnan Menderese mektup yazmıştır.

2.Esaret altında kalmış Hindistan, Arabistan ve Cava gibi âlem-i İslâmın büyük memleketlerine, ‘İslâm birliğini’ kurmalarını söylemiştir.135

Uluslararası teşekküllere bakışı:

1.Komünizim karşıtı devletlerin kurdukları; Sadabat, NATO, Bağdat Paktı gibi, uluslararası teşkilatlar ile ittifak etmenin lüzumunu belirtmesi.136

2. 23 Eylül 1955’de Türkiye, Irak ve Pakistan’ın ittifak akdettikleri Bağdat Paktını tebrik etmesi.137

Devlet adamlarına yazdığı telgraf ve mektuplar:

1. 1951’de Celal Bayar’ın ve maarif bakanı Tevfik İleri’nin Van’da yaptıkları konuşmada Şark üniversitesini hayata geçireceklerini va’d etmeleri; üzerine Bediüzzaman, bakanlar kuruluna onların bu teşebbüslerini takdir eden uzunca bir mektup yazarak teşekkür etmiştir.138

2. Celal Bayar’a Reis-i Cumhur seçilmesine istinaden tebrik telgrafı göndermiştir.139

3. Reis-i Cumhur İsmet İnönü’ye ne kadar zor zartlarda yaşadığını anlatan bir mektup yazmıştır.140

4. Adnan Menderes’e muhtelif mektuplar yazmıştır.

5. CHP eski dahiliye vekili Hilmi Uran’a bir mektup yazmıştır.141

Basın ve Yayın ile olan irtibatları:

1. 5 Ocak 1960 tarihinde İngiliz Times gazetesi Ankara muhabiri ile görüşmesi.142

2. Üstad Bediüzzaman 1951/1960 arasında: Vatan, Akşam, Zafer, Yeni Ulus, Yeni Sabah gibi birçok ulusal gazetelerde aleyhinde çıkan karalama ve iftira yazılarına; Büyük Doğu, Hür Adam, Büyük Cihad ve Sebilürreşad gibi, gazetelerde muhtelif makaleler ile cevap vermiş, onları tekzip etmiştir.143

3. Talebelerinden Osman Çalışkan’ın hatıralarında geçtiğine göre, her sabah talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’e gazeteleri okutması,144

4. Kendi radyosuyla hadisattan haberdar olması.145

Resmî davetlere ve kutlamalara katılması:

1.Talebelerinden Muhsin Alev’in ifadesine göre, Bediüzzaman 1953 senesinde İstanbul’un 500. Fetih yıldönümünde, fetih kutlamalarına katılması,147

2. 1957’de Isparta’da yapılan askerî Tugay Câmisinin temel atma merasiminde dua etmesi ve ilk harcı koyması için Tugay Komutanının resmi daveti üzerine o davete icabet etmiş ve ilk harcı koymuştur.147

Açıktan rey kullanması ve DP’ye destek vermesi:

27 Ekim 1957 genel seçimlerinde alenî olarak sandığa gidip DP’ye açıktan rey kullanmıştır.148

İktidarın müsbet icraatlarını tasvip etmesi: (Menderes hükümetinin)

1.Koreye asker gönderilmesini tasvip etmesi,149

2.Umumî af kanununun çıkarılmasını uygun görmesi,150

3.Ezanın aslına çevrilmesi gibi icraatlarını tebrik edip destek olması.151

Yeniliklere açık olması:

O günlerde çok ileri teknoloji olan;

1.Şehre yeni gelen elektriği, hemen evine bağlatması,

2. Kendine ait olmasa da her zaman emrine amade olan hususî bir otomobil ile seyahatlerini yapması.152

3. 1950 yıllarında en ileri teknolojilerden sayılan radyoyu evinde bulundurması ve dinlemesi.153

4. Talebelerinden Said Özdemir’in bir hatırasında anlattığına göre ilk defa Üstad’a bir teyp götürüp ona bazı ses kayıtlarını dinlettiğinde, Üstad Hz. ‘Bu ses kutusundan her dershaneye bir tane alınsın” demesi.154

Bediüzzaman’ın hayatının Üçüncü Döneminde gördüğümüz içtimai ve sosyal hayata hizmet prensibinin Ayasofya’nın açılması için fiilen gösterdiği örnek teşebbüsleri:

Tek partili Cumhuriyet döneminde müzeye çevrilen Ayasofya’nın müzeye çevriliş kararına Bediüzzaman, Kendisi çoğu zaman hapiste veya sürgünde bile olsa şiddetle karşı çıkarak ‘’Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen tarafdar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz’’ diyerek kanun dairesindeki meşru muhalefet hakkını kullanıp, kanunlar çerçevesinde bu yanlış karardan dönülmesini istemiştir.

Ömrünün sonuna kadar da her vesile ile Ayasofya’nın tekrar açılması için birçok teşebbüslerde bulunmuştur. Mesela:

1959 yılında, İslâmiyet’e ciddî taraftar Dâhiliye Vekili Namık Gedik, İslâm kahramanı olan Adnan Bey ve Tevfik İleri gibi mühim zatlar ile görüşmek ve onlara Ayasofya’nın açılması ve bazı mühim hakikatları söylemek için Ankara’ya gider. Kendileriyle bizzat görüşmek mümkün olmayınca onlara şu mektubu gönderir.

Demokrata ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok tarafdar olmak ve âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan Devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı müzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Ben ise; bu mes’ele için, otuz sene siyaseti terkettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim”155 der.

Aynı konu ile ilgili Emirdağ Lahikasındaki diğer bir mektupda: “Âlem-i İslâm’ın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: Ezan-ı Muhammedî’nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir.”156

Mufassal Tarihçede ve Son Şahitlerde yer alan ‘Dr. Tahsin Tola ’nın ‘Ayasofya’nın camiye çevrilmesi’ ile ilgili 1959 yılına ait bir hatırası şöyledir;
«Üstad çok telaşlı idi. Gelen bir musibeti, bir felâketi önlemek istiyordu. Daha sonra şu haberi gönderdi;
“Ayasofya’yı tekrar camiye çeviriniz!.. Risale-i Nur’un serbestiyetini resmen ilân ediniz!.. Eğer bunları yaparsanız, biz de sizlere ismen dua etmeye karar vereceğiz.”157

Bayram Yüksel Ağabeyin Son şahitlerde yer alan Ayasofya ile ilgili bir hatırasında şöyle diyor. Hz Üstad : ‘’ DP Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaşı Beye hitaben bir mektup yazıp verdi. Ayrıca
Git, onları tebrik et, Ezan-ı Muhammedi’yi serbest bırakmakla büyük bir kuvvet kazandıkları gibi, Risale-i Nurların neşrine ve Ayasofya’nın açılmasına çalışsınlar’158 demiştir.

Son şahitlerden Veli Işık Kalyoncu beyin Üstattan naklettiği Ayasofya hatırasında şöyle diyor:
‘’Bir defasında Üstadımız, Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması için ağabeylerimizden birisini göndermiş; bunun için tek tek dindar milletvekilleri ile görüşmeler yapılmıştı. Bu görüşmelerin bazılarında biz de bulunurduk. Üstadımız daha çok hizmet gayesi ile Sungur Ağabeyi, sonra Ceylan ve Bayram Ağabeyi gönderirdi. Bazen Zübeyir Ağabeyi de gönderdiği olurdu.’’159

Merhum Selahaddin Çelebi anlatıyor; “Üstadı ziyaretimin birinde Ayasofya hakkında düşüncelerini sormuştum. ‘Keçeli, keçeli’ diye güldü. Sonra birden ciddileşerek ‘Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir“160 dedi

Bediüzzaman’ın otuz beş seneden beri terk ettiği siyaseti;

 Ayasofya’nın açılması,
 Ezan gibi diğer şeair-i İslâmiyenin de ihyası,
 R. Nurların Diyanet tarafından neşredilmesi,
gibi, diğer içtimai meseleler için Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatlar ile temasa geçerek siyasete bir iki gün bakmıştır. R. Nurdaki yüzde bir olan siyaset hakkını bu meseleler için kullanmıştır.

Not: bu kısım ‘Ayasofya ve Bediüzzaman’ isimli çalışmamızdan iktibas edilmiştir.

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da, yüzde bir olan, ‘siyaset-i âliye-i İslâmiye’161 kaidesi ile ilgili beyanatları ve sosyal hayata bakış örnekleri:

Bediüzzaman ve Nur talebelerinin “dünyaya ve siyasete mümkün olduğu kadar bakmamaya” mesleklerinin mecbur etmesiyle birlikte; Bediüzzaman’ın bizzat kendisinin Üçüncü Said döneminde, “Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu”162 diyerek bazı aktüel hadiselerle ilgili kanaatlarını beyan emesi, niçin böyle bir açıklamaya ihtiyaç duyulduğu sorusunu da akıllara getirmiştir.
Bediüzzaman bu makedder soruya şu cevabı verir:
Bazı münafıklar dindarları perde yapıp dini siyasete âlet; sonra da siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe çalıştıklarından, safdil dindarların hatırı için bir – iki defa siyasete baktım”163 der.

Çünkü bu asırdaki bazı ‘safdil ve safderun müslümanların’, dehşetli zalimlere taraftar olmasıyla musibet-i ammeyi nasıl netice verdirdiklerini şöyle anlatır:

Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan bir tek haseneyi görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır.
Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalâlet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva”164 verdirirler, der. Ve şöyle devam eder:

Nev’-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikata nüfuz etsin ve hakikatı hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler.”165 Yani ekseriyeti oluşturan bu grup ehl-i taklittir, bir cihette avamdır.
Avama ders veren (ise uzun izahlardan ziyade) fiildir.”166 Efkârı ammeyi meydana getiren ve halkın ekseriyeti olan bu kesim ise teoriden ziyade yaşanmış tecrübelere, işin pratiğine baktığı için zulmün ve zalimin karşısında, hakkın ve hukukun yanında durmak lazım geldiğini fiilen gösterir.

Yani: “Firavuna karşı olmak yetmez, Musa’nın da yanında yer almak lazım geldiğini” kavlen ve fiilen birçok beyanatlarıyla ortaya koyar.

Not: Makalenin bundan sonraki bölümleri Bediüzzaman’ın hayatının sadece son bölümü değil, bütün dönemlerde hayat-ı içtimai ve ‘siyaset-i âliye-i İslâmiyeye’ ait sözlerine ve örnek davranışlarına ver verilecektir.

Kamu işleri ve dinî hizmetler ile siyaset ilişkisi: Üstad Bediüzzaman Hazretlerin’in siyasetten uzak durma prensibi sadece nur talebeleriyle sınırlı değildir. O, amme hizmeti yapan dinî cemiyetlerin ve devlet memurlarının da siyasetten ve ideolojik davranışlardan uzak durmasının lüzumu üzerinde Birinci, İkinci ve Üçüncü Said dönemlerinde ısrarla durmuştur. Aksi halde kamu hizmetlerinde birçok su-i istimaller, hak ihlalleri, adaletsizlik, zulüm, kaos, kargaşa ve anarşi meydana geleceğini söyler. Mesela:

Dini cemiyetler: 1909 yılında kurulan İttihad-ı Muhammedi Cemiyetine basın yoluyla ikazlarda bulunmuş ve din adına kurulacak bir cemiyetin inhisarcı hareket etmemesi gerektiğine işaretle “Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdid kabul etmez”167 demiştir.

Siyaset ve yargı: Hukukun tevzisinde değil siyasî ve ideolojik tarafgirliği, kişisel hissiyatın bile karıştırılmasını sakıncalı görür. “Adliye memurları, hissiyat ve tesiratı hariciyeden (siyasi ve ideolojik) bütün bütün azade olmazsa, sureten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var”168 diyerek, siyasi iktidarla adliye ve yargı organlarının ısrarla müstakil olmasının istemiştir. Yasama ve yürütmede, esnek yapılı kuvvetler ayrılığı prensibine dayalı bir yapının esas olmasını savunmuştur.169

Asker ve siyaset: Hz. Üstad hiçbir zaman, câmiye ve kışlaya siyasetin girmemesini ister: Çünkü O: “Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır”170 diyerek, “Şeriatla, Kur’an ile hadîs ile hikmet ile tecrübe ile sabittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulü-l emre itaatın farz”171 olduğunu hatırlatır.

-13 Nisan 1909 tarihinde isyan eden askerleri itaate çağırıp kışlalarına dönmelerini isterken de: “Biliniz ki: Asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika herc ü merc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz”172 dedikten sonra da: “Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz…“173 der.

Meşihat dairesi ve siyasal fetvalar: 

1) 1934 yılında telif edilen 29. Mektup’ta, o yıllarda siyasi rejimin tesirinde kalarak bir kısım bid’atlara fetva veren, “ülema-üs sû” dediği âlimlere (Dünyayı dine tercih eden âlimler). “bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki; lüzumsuz, zararlı bir surette şeair-i İslâmiyenin bedihiyatına karşı geliyorlar”174 demiştir.

2) Siyasetin camiye girmemesi için, Türkçe hutbelere de şu cümlelerle karşı çıkmıştır: … “siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Hâlbuki minber, vahy-i İlahînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki, o makam-ı âlîye çıkabilsin.”175

Eğitim – öğretim ve ideoloji: Köy Enstitüleri vasıtasıyla dinsizliğin eğitim ve öğretim olarak verildiği 1940 lı yıllarda, “Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar.” dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz”176 diyerek eğitim ve öğretim kurumlarının memurları siyasetle alûde olarak ideolojik davranırlarsa onlara o cihette söylediklerine itibar edilmeyeceğini söyler.

Nur talebeleri ve siyasî teşekküller: Nurun birinci hâdimlerinden Hulusi Yahyagil’in nur talebelerinin siyasi duruşlarına örnek olabilecek bir tavrını lâhika mektuplarına dahil ederek bir ölçü vermek istemiştir. O mektupta, “Büyük Doğucuların bu fakiri (Hulusi Yahyagili) kendi zümrelerine katmak hususundaki tekliflerine: “Büyük Doğuculuk siyasî bir teşekkül müdür?” diye sordum. “Evet” dedikleri için, “Sizin yalnız imanî ve Kur’anî mesaildeki müşkillerinizi ve izahını arzu ettiğiniz noktaları Risale-i Nur’un yardımı ile halle çalışırım. Benim mesleğim, İman ve Kur’an mes’elelerinize hemfikrinizim. Fakat siyasetle iştigal edemem.” mealinde cevab vermiştir.177

İman kardeşliği ve siyaset kardeşliği: Hz. Üstad, Hulusi Yahyagil’den sonra bizzat kendisi de Sebilürreşad ve Doğu mecmuaları ile ilgili yaptığı bir değerlendirmede iman kardeşliği ile siyaset kardeşliğinin ayrı olabileceğini belirttiği mektubunda şöyle demiştir:

Risale-i Nur’un mensubları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalaletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil. Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez” der.178

Nur talebelerinin sosyal hayat hizmet metodu:

Nur talebeleri ve diğer kamu görevi yapan (yargı, askeriye, diyanet camiası gibi..) hükümet memurlarının aktif ve fiili siyasetten uzak durmaları (bazı istisnalar dışında), amme hizmeti yapan bu mesleklerin olmazsa olmazlarındandır.

Fakat bu şartlar kamu görevlileri ve Nur talebelerinin hiçbir siyasî kanaatlarının olmadığı anlamına gelmiyor. Bir memleketin her sade vatandaşı gibi Nur talebeleri ve diğerlerinin de mevcut şartlar içinde siyasi bir tercihlerinin olması en tabii bir vatandaşlık hakkı olduğu gayet açık bir meseledir.
Üstad Bediüzzaman aktif ve fiili siyasetten; “Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men’etti”179 diyerek o sahadan istinkâf ederken, bütün hayatı boyunca, özellikle Üçüncü Said döneminde siyasiyyunu irşat tarikiyle dinî, millî ve vatanî hizmetlerinden hiçbir zaman geri kalmamıştır.

O sahada da hizmetlerine devam etmiştir. Bir başka ifadeyle Kur’an’ın bu zamanda nehyettiği siyasetten şiddetle uzak durup, emrettiği siyaset-i İslamiye ile amel ederek içtimai hizmetlerini de bihakkın ifa etmiş. Bediüzzaman’ın ‘siyasete karışmıyorum siyasetle bir alakam yok’ demesi, ‘siyasi iktidara ve idareye, siyasi her türlü makam ve menfaate talip olmamasıyla ilgilidir.
Yoksa O, hiç bir zaman çevresinde olup bitenlerden habersiz ve ilgisiz değildir. Siyasî iktidarların vatan, millet ve din ile ilgili bütün menfi ve müsbet icraatlarıyla yakından ilgilenmiş, hayırlı olanları tasvip menfi kısmına da muhalefet etmiştir.

Siyasiyyunu irşat tarikiyle hizmet.

Bediüzzaman vatan, millet ve din ile alakalı hususlarda siyasiyyuna irşat tarikiyle yapılacak hizmet kapsamına giren bütün meselelerde fikrini beyan etmekten hiçbir zaman çekinmemiştir.

İçinde bulunduğu zaman ve zeminin imkânları nispetinde, bütün fikir akımlar, felsefi görüşler, sosyal hadiseler, hilafet, saltanat, meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi, siyasî partiler, devletin iç ve dış politikaları, ittihad-ı İslam, ehl-i kitapla ittifak ve ahir zamanda cihad, gibi bütün meseleleri tahlil ederek, Kur’an’dan aldığı ölçüleri, ilgili muhataplara ve efkârı ammeye bildirmiştir.

Bunların bir kısmını lâhika mektuplarıyla, bir kısmını mahkeme salonlarında, gazete lisanıyla, cami kürsülerinde, TBMM’de bezen’de bizzat ilgili şahsın kendisine doğrudan söyleyerek yapmıştır. Bunlardan bir kısmı şöyledir:

Sosyal hayat ve ehven-i şer prensibi:

R. Nurda ‘ehvenü’ş-şer prensibi’ çok önemli anahtar kavramlardan birisidir. ‘Mutlak hayır ve mutlak şer’ denkleminde, kangren olmuş bir parmağın kesilmesinden, seferd cepheye asker sevk edilmesine, ehl-i kitap ile küfr-ü mutlaktan birine taraftarlığa, oradan da mevcut siyasi yelpazede nerede durulacağına kadar hayatın her alanında kullanılan Kur ’anî bir esastır. Bu “ehvenüş şer” kaidesine göre:

Varlık, hayır ve şerden ibaret değildir. Hayır ve şer, adem ile vücut arasında sayısız şer ve hayrı ihtiva eden varlık ve oluşumlar vardır. Yani hayır ve şer denilen şeyler iki kutuplu değildir. Hayrı mahz olan bazı hakikatlerin yanında “Hakaik-ı Nisbiye” dediğimiz gerçekler de vardır. Hakaik-ı nisbiye dediğimiz göreceli hakikatlerin ortaya çıkması, ezeli hikmetin gereğidir. (Bir başka ifadeyle hayat sadece siyah ve beyazdan iberet değildir. Bir de gri diye bir renk vardır.)

Bediüzzaman Said Nursi bunu şöyle ifade etmiştir: “Nekaisten müberra olmak cenan-ı cennetin mahsusatından ve her kemale bir noksan karışmak bu âlem-i kevn-ü fesadın muktezasından olmakla” dünyada pek çok ahkâm “Ehven-i Şer” kaidesine dâhildir. Âlemin her halinde hayr-ı mahz ve mutlak hayır bulunmaz. Bunun için “Ehven-i Şer bir adalet-i izafiyedir.”180 Bediüzzaman, bu bağlamda, İslâm ahkâmının iki kısımdan ibaret olduğundan söz eder.:

Birisi: şeriat ona müessestir, bu ise hüsn-ü hakikî ve hayr-ı mahzdır.

İkincisi: Şeriat-ı muaddildir. Yani, gayet vahşî ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir”181
diyen Bediüzzaman; hayr-ı mahz ve mutlak hayır olarak kabul ettiği İslâmî hürriyete en yakın bir sistem olarak gördüğü çok partili ve seçim sistemine dayalı şer’i meşrutiyeti, cumhuriyeti ve demokrasiyi “Ehven-i Şer” kaidesine dâhil ederek onlara taraf olmuştur.

Hilafet, saltanat, meşrutiyet ve cumhuriyet: 12.07.2015 tarihli bir makalesinde bu konu ile alakalı olarak Hayrettin Karaman diyor ki: “Ben İslâm’ın diğer alanlar yanında bir siyasi sistemi de ana hatlarıyla ihtiva ettiği inancını ve kanaatini taşıyorum. Bu siyasi sisteme hilafet adı verilmiş. Bazı zalim eller tarafından hilafet saltanata çevrilince kapıkulu “âlimler” bunun da İslâmî olduğunu savunmuşlarsa da hemen her zaman ve zeminde saltanat ve istibdada karşı çıkan gerçek âlimler bulunmuştur.

Osmanlı’da istibdada karşı meşrutiyet tartışmaları çıkınca Mustafa Sabri, Elmalılı, Said Nursi gibi âlimler, Ahmed Hilmi gibi düşünürler meşrutiyeti savunmuşlar, bunun İslâmî siyasi düzene daha uygun olduğunu ifade etmişlerdir. Sonra bizim dünyamıza cumhuriyet ve demokrasi kavramları girmeye başlamış, Batı tipi demokratik cumhuriyeti İslam’a uygun bulmayan birçok âlim ve düşünür “İslâmî cumhuriyet ve demokrasi” düşüncesini ortaya atmış ve bunu savunmuşlardır. Ben de bu zincirin bir halkasıyım.”182

Siyasi partiler ve Bediüzzaman:

Üstad Bediüzzaman vatan, millet ve din ile ilgili bütün meselelerde fikrini söylediği gibi, bu devletin kaderî ile yakından ilgili olan siyasî partilerle ilgili de kanaatlerini, ikinci meşrutiyet, tek partili ve çok partili cumhuriyet dönemlerinde kamuoyuyla paylaşmıştır.

Mesela: İkinci Meşrutiyet yıllarında kurulan, ‘İttihad ve Terakki hakkında re’yin nedir?’ diye sorulan bir suale cevaben: “Kıymetlerini takdir ile beraber, siyasiyyunlarındaki şiddete mu’terizim. Adaletin tevziinde adalet olmazsa zulüm görünür.
Bir hatır için bin hatır kırılmaz. Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır. Bir hodpesend hakkı iltizam etse, çokları haksızlığa sevk eder, belki mecbur eder.}183 diyen Bediüzzaman, hürriyet perdesi altında şâhsi ihtiraslarına hizmet eden ittihat ve terakki iktidarına karşı bir mahkeme müdafaasında “böyle, hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerek”184 demiştir.

1950’den sonra, sonra tek parti devrinin kapanıp, çok partili cumhuriyet dönemine girilmesiyle birlikte bu gelişmelerden ilgisiz kalmayan Bediüzzaman, Nur talebelerinin “dünyaya ve siyasete mümkün olduğu kadar bakmamaya” mesleklerinin mecbur etmesine karşılık “şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu”185 diyerek, bazı aktüel hadiselerle ilgili kanaatlerini beyan eder. Ve buna, niçin ihtiyaç duyduğunu da:

Bazı münafıklar dindarları perde yapıp dini siyasete âlet; sonra da siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe çalıştıklarından, safdil dindarların hatırı için bir – iki defa siyasete baktım”186 der. Hz Üstad’ın “dünyaya ve siyasete bakmaya mecbur” olması kendi şahsî bir tercihi olmayıp, “Bu vatanda şimdilik dört parti var” diyerek neşrettiği lâhika mektubunun başına “Kalbe ihtar edilen bir hakikate binaen”, notunu düşerek neşreder.

Bu memlekette şimdilik dört parti var:

Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat: Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm’dır.”187

İttihad-ı İslam partisi:

Bu partinin iktidara gelmesinin makul kabul edilebilmesi için iki şartı vardır Bediüzzamanın.

BİRİNCİSİ: Halkın kahir ekseriyetinin yani, yüzde altmış yetmişinin tam dindar ve muhafazakâr olması lazımdır ki din siyasete alet edilmesin.

İKİNCİSİ: Zaman kaydıdır bunu “şimdilik” kelimesiyle ifade eder ve şöyle der: Fakat çok zamandan beri İslami ahlakın bozulmasından dolayı, bu “ittihad-ı islam partisi” halkın yüzde altmış yetmişinin reyini alsa dahi, dini siyasete âlet etmeğe mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.

Halk Partisi:

Bu parti için: “Çünki Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacağından”188 dolayı bu parti iktidara gelmemelidir.

Bu düşüncesini de, sadece bir dua ve temenniden çok öte, farklı bir şekilde şöyle ifade eder. “bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi (Halk Partisini) kat’iyyen iktidara getirmeyecek” yetmiş yıldan beri ve kesintisiz olarak bu düşüncenin siyasi hayatta karşılık bularak cari olduğunu görüyoruz.

Millet partisi:

Milliyetçilik duygusuyla hareket eden siyasî partileri Millet Partisi adıyla değerlendirirken de “Millet Partisi ise: Eğer İttihad-ı İslâmdaki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet olsa, o Demokratın mânâsındadır, dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve câzibedar bir hâlet-i ruhiye verdiği için, pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.”190

Bu tespite göre Türklükle mezc olmuş İslamiyet milliyeti yerine ırkçılık manasındaki Türkçülüğü esas alan milliyetçilikle hareket ettiği taktirde ancak yüzde otuzu gerçek Türk olan bu milletin geriye kalan yüzde yetmişi başka ırklardan olan kısmının gerçek Türklerin ve hakimiyet-i İslâmiyenin aleyhine geçeceği aşikardır.

Nitekim Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin içerisindeki bazılarının hatası sebebiyle Kürtlere yapılan zulümler neticesinde bugün en büyük problemimiz olan PKK sorunu ile yüz yüze geldik. Bu durum milliyetçiliği ırkçılık manasında uygulayan CHP’nin politikalarının bir sonucudur.
Öyleyse bu değerlendirmelere göre dindarların, “Birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz.” ayet-i kerimesine zıt olan bu politikaları güden milliyetçi partilere de oy vermemeleri gerektiği mesajı rahatlıkla çıkarılabilir.”191

Siyasi iktidarlar ve Demokrat Partisi:

Üstad Bediüzzaman “Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi” veya “ilim itibariyle insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer ‘an hizmete mükellef olduğum” dediği “Siyasiyyûnu irşad tarikiyle” yapılacak olan hizmetleri bütün siyasi iktidarlar döneminde imkânlar nisbetinde ifa etmiş. Bu hizmetleri aktif siyasete karışmadan bir ilim adamı ve din âlimi sıfatıyla yaptığı için bir asır boyunca hiç gündemden düşmemiş. Bediüzzaman’ın siyasî iktidarlarla irtibatı ve duruşu çok yönlü ve çok çeşitlidir. Bu çeşitliliğin bir kısmını şu ana başlıklar altında tahlil edebileriz:

1. Bazı partilere (DP) açıktan destek vermesi,
2. Siyasi iktidarlardan talepleri,
3. Siyasi iktidarlara ikazları,
4. Siyasi İktidarlara muhalefeti,
5. Siyasi İktidarları eleştiride iç muhalefet dış muhalefet ayırımı yapması.
6. Siyasi iktidarların hayırlı icraatlarını dua ile tebrik ederek destek vermesi.

Demokrat partiye açıktan destek vermesi:

1. Üçüncü Said döneminde “Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehven-üş şerr olarak bakınız. Daha a’zam-üş şerden kurtulmak için; onlara zararınız dokunmasın, onlara faideniz dokunsun”192 der. Ve Adnan Menderes’i de “İslam kahramanı” diye taltif ederek açıktan destek verilmesinin sebeblerinden bazıları şunlar olmalıdır:

CHP’nin ‘âzamüşşer’rinden kurtulmak için DP’yi ‘ehvenişer’ olarak tercih etmiş, çünkü:

a) Bu tercih İslam’ın “Def’i şer celb-i nef’a racihtir” kaidesinden binaen yapılmıştır.
b)Bu tercih, ‘CHP kol kesiyor, DP parmak kesiyor’ denilerek daha da anlaşılır hale getirilmiştir.
c)Adnan Menderes’e ‘İslâm kahramanı’ denilmesinin sebeplerinden biriside: ‘Dinin icaplarını yerine getireceğiz. Din bu memleket için bir tehlike teşkil etmez. Türkiye Müslüman’dır Müslüman kalacaktır’ (demesine ve de)
d)Şeâir-i islâmiye olan ezanın aslına uygun okunmasına izin verilmesi, İlkokullarda mecburi din dersi konulması, Radyoda Kur’an ve dini programların yayın yasağının kaldırılmasına binaendir.

Siyasî iktidarlardan talepleri:

Meşrutiyet ve cumhuriyet hükümetinden istekleri:

1. Okullarda din derslerinin acilen okutulmasını,193
2. Ezan gibi diğer şeair-i İslamiyenin de ihyasını,194
3. Ayasofya’nın tekrar ibadete açılmasını,195
4. R. Nurların Diyanet tarafından neşredilmesini,196
5. R. Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelerini,197
6. İslâm âleminin birliği (İttihat-ı İslam) için gayret göstermelerini,198
7. Abdülhamid’den Yıldız Sarayını Üniversite yapmasını,199
8. Meşrutiyet ve cumhuriyet hükümetlerinden Van’da bir üniversite yapmalarını ve bu üniversitede Arapça, Türkçe ve Kürtçe ile eğitim ve öğretim yapılmasını,200
9. İlköğretimin ANA DİLDE yapılmasını,201
10. Okullarda din ilimleriyle fen ilimlerinin beraber okutulmasını talep etmiştir.202

Siyasi iktidarlara tavsiye ve ikazları:

1.Demokrat hükümetini, “Din propagandası yapan dindarların serbestiyet kanunun geri kal(masını ve) solcular hakkındaki kanunu ta’cil edip tasdik“203 etmelerinden dolayı ikaz etmesi,
2.CHP ve Millet partisinin dindarlar ile demokrat hükümetinin arasını açmak istediklerini haber verip Menderes hükümetini uyarması,204
3.Adnan Menderes’i ırkçılığa karşı uyarması.205

Siyasî iktidarlara ve otoritelere muhalefeti:

Bediüzzaman’ın mevcut siyasi iktidarlara olan muhalefeti mutlak manada olmayıp, iktidarların bazı yanlış icraatlarında, ‘iç ve dış muhalefet’ ayırımı yapar:

İç muhalefet:

Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder” diyerek siyasî iktidarların ve diğer devlet idarecilerinin vatan, millet ve dinin aleyhine olan icraatlarına muhalefet ederek hukuk çerçevesinde sivil itaatsizliğin en güzel örnekliğini göstermiştir. Mesela:

1. Muhalefet hakkının kullanılmasına fırsat vermemeyi ve efkâr-ı umumiyenin baskı altında tutulmasını kamu haklarının ihlali şeklinde görmüştür.207

2.“Onun muhalefeti sadece siyasi hayata dair olmayıp içtimai ve siyasi hayatın her tarafına uygulanma karakterine sahiptir.”208

3.“Bediüzzamanın siyasete karışmıyorum siyasetle bir alakam yok, demesi hükümetin (bir kısım yanlış) icraatlarına muhalefet etmemek manasında değildir. Burada iktidarı elde etmek yolunda siyasi bir muhalefet yapmamak manası vardır. Siyasi iktidarın yanlış bir laiklikle dine karşı olan tutumuna rağmen Onun dini hizmet yolunu açmış olması bu devirde yapılabilecek en akıllı bir muhalefet teşkil etmiştir.”209

Dış muhalefet:

İç muhalefette hukukunu kanun dairesinde korumak için her türlü eleştirinin açık olması geldiğini söyleyen Bediüzzaman; “dış meselelerde siyasi iktidarların her şeye rağmen yıpratılmaması düşüncesini hayatı boyunca muhafaza ettiği görülmektedir. İkinci meşrutiyet döneminde İttihad ve Terakki partisi liderlerinden olan Enver Paşa ve Said Halim Paşa gibi idarecilere bir ara şiddetli muhalefet göstermişti. Sonra da bu muhalefeti terk etmişti. Bunun sebebini soranlara dış politika açısından şu ilgi çekici cevabı veriyordu: 
Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.

Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı, Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halîm’e vurmam. Nazarımda, vuran da sefildir”210 der.

Bediüzzaman bu kararlı tavrını Milli Mücadele yıllarında da aynı kararlılık ile devam ettirir. Mesela:

11 Nisan 1920 tarihinde Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendinin, millî mücadelenin aleyhinde verdiği fetvanın siyasî mülahazalarla, yani dış düşman baskısı altında verildiğini söyleyerek karşı çıkmış ve mukabil fetva vermiştir.211

Çünkü O’nun, devletin dış politikası meselesinde hiç değişmeyen prensibi her zaman; “Hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmek”212 şeklinde olmuştur.

Siyasi iktidarların hayırlı icraatlarını dua ile tebrik ederek destek vermesi:

1.Demokratların partinin Ezan-ı Muhammediyi (As.) serbest yaparak asli şekliyle okunmasına izin vermesini,213
2.17 Eylül 1950’de Menderes hükümetinin CHP’nin muhalefetine rağmen Kore’ye asker göndermesini,214
3. Menderes hükümetinin 1950 yılında umumi af kanunu çıkarmasını,215
4. Türkiye’nin NATO’YA girişini,216
5. Türkiye’nin SADABAD PAKTI’NA girişini ve benzeri icraatları müsbet karşılamış ve devrin hükümetini tebrik etmiştir.217

Dipnotlar

  1. Risale haber. Hayrat Neşriyat. 12.11.2015)
  2. Mufassal Târihçe-i Hayat A. Kadir Badıllı.1. cilt. 462
  3. Kastamonu Lahikası ( 97 )
  4. Emirdağ Lahikası-2 ( 19 )
  5. Tarihçe-i Hayat ( 76 )
  6.  Tarihçe-i hayat. 631
  7. Lem’alar ( 228 )
  8. Mufassal tarihçe-i Hayat. Abdül kadir Badıllı. (İstanbul 1998) 1.cild Sh.557)
  9. Tarihçe-i Hayat: 147
  10. Şualar: 289
  11. Tarihçe-i Hayat ( 418 )
  12. Mektubat ( 76 )
  13. Tarihçe-i Hayat ( 629 )
  14. Emirdağ lah 1.(12)
  15. Emirdağ Lahikası-2 ( 19 )
  16. 1. Emirdağ lah.(284)
  17. Emirdağ Lahikası-2 ( 163 )
  18. Tarihçe-i Hayat ( 150 )
  19. Ahmet Özkılıç. Akrebin Kıskacında. Nesil Yayınları. İstanbul/ 2011. Sh. 60
  20. Lahikası-1 ( 147 )
  21. Barla Lahikası ( 120 )
  22. Sikke-i Tasdik-i Gaybi (119)
  23. Mektubat ( 442 ) der.
  24. Mesnevi-i Nuriye ( 75 )
  25. Not:  Bu bölüm biraz duygusal, hâlî ve vicdanî bir kısım kanaat-i kalbiyeler nev’indendir.  Yoksa çok fazla ilmî ve nazarî meselelerden değillerdir ki bazıları   ‘fihi nazarün’  demesinler. Çünkü insan hayatının her alanı her zaman ilmî akli ve nazarî objektif değerlerden oluşmuyor. Binlerce farklı hissiyatları olan insan bazen o hissiyatların ve duyguların etkisiyle farklı bir boyutta bir kısım yeni bilgilere ve tecrübelere ulaşabiliyor. Bunlar her ne kadar ferdi hususi enfüsi (sübjektif) tecrübeler olup, ilmi mahfillerde belge kabul edilmese de yok sayılamaz. Kitap,  sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha kriterlerine ters düşmediği müddetçe (bir Kanaat-i kalbiye nev’inden)  istifadeye medar olabilir
  26. Emirdağ Lahikası-2 ( 228 )
  27. Mesnevi-i Nuriye ( 7 )
  28. Mektubat ( 355 )
  29. d.i.a.  13. Cilt. 494
  30. Sözler ( 627 )
  31. Mesnevi-i Nuriye ( 199 )
  32. Mesnevi-i Nuriye ( 50 )
  33. Mesnevi-i Nuriye ( 51 )  
  34. Tarihçe-i Hayat ( 135 )
  35. Kastamonu Lahikası ( 77 )
  36. Mesnevi-i Nuriye ( 75 )
  37. Mesnevi-i Nuriye ( 213 )
  38. Barla Lahikası ( 138 )  
  39. Münazarat ( 14 )
  40. Mesnevi Nuriye. 16-17
  41. Şualar. 496  
  42. Siyaset Bilimci Doç. Dr. Ahmet Yıldız, 25.06.2015 ( Risale haber)
  43. Tarihçe-i Hayat ( 612)
  44.  Şualar ( 529 – 530 )
  45.      ,,       ( 496 )
  46. İnsan Sûresi: 76.30.)-
  47. Mektubat (56)                               
  48. Nisa Suresi 4: 79 )
  49. Tarihçe-i Hayat ( 500 )
  50.      ,,          ,,         ( 178 )
  51. Mektubat ( 490 )
  52. Tarihçe-i Hayat ( 178 )
  53. Sözler ( 231 )   
  54. Lem’alar ( 266)
  55. Şualar ( 322 )
  56. Lem’alar ( 266 )
  57. Tarihçe-i Hayat ( 178 )
  58.      ,,          ,,         ( 686 )
  59. Emirdağ Lahikası-2 ( 75 )
  60. Sözler ( 757 )  
  61. Lem’alar ( 160 )
  62. Tarihçe-i Hayat ( 686 )
  63.      ,,             ,,      ( ,,  )
  64. Şualar ( 520 )
  65. Asa-yı Musa ( 260 )
  66. Şualar ( 392 )
  67. Lem’alar ( 171 )
  68. Hutbe-i Şamiye ( 95)  
  69. Şualar ( 392 )  
  70. Tarihçe-i Hayat ( 107 )
  71. İşarat-ül İ’caz ( 9 )
  72. https://www.risalehaber.com/said-nursi-ayak-ayak-ustune-atti-ve-yap-bir-kahve-dedi-790v.htm
  73. Emirdağ Lahikası-1 ( 102 )
  74. Şualar (392)
  75. Hutbe-i Şamiye ( 95)  
  76. Emirdağ lahikası (206)
  77. Şualar ( 520 )
  78. Mektubat ( 62 )
  79. Emirdağ Lahikası-1 ( 105 )
  80. Tarihçe-i Hayat ( 510 )
  81. Emirdağ Lahikası-1 ( 102 )  
  82. Hutbe-i Şamiye ( 95)  
  83. Emirdağ Lahikası-1 ( 159)
  84. Mufassal Tarihçe-1. Cilt (661)
  85. Emirdağ lahikası-2 (241)
  86. Hutbe-i Şamiye ( 90 )
  87.     ,,             ,,         ( 57)
  88. Sözler ( 771 )
  89. Emirdağ Lahikası-1 ( 58 )
  90. . İşarat-ül İ’caz ( 112 )
  91. Asa-yı Musa ( 20 )  
  92. Divan-ı Harb-i Örfi ( 40 )
  93. Emirdağ Lahikası-1 ( 160 )  
  94. Mektubat ( 49 )  
  95. Emirdağ Lahikası-1 ( 180 )
  96. Kastamonu Lahikası ( 193 )
  97. Tarihçe-i Hayat ( 691 )
  98. Emirdağ Lh- ( 160 )
  99. Şualar ( 461 )
  100. Şualar ( 388 )
  101. Kastamonu Lahikası ( 123 )
  102. Kastamonu Lahikası ( 240 )
  103. Kastamonu Lahikası ( 122 )    
  104. Şualar ( 374 )
  105. Kast Lahikası ( 146 )
  106. Şualar ( 362 )
  107. Şualar ( 362 )
  108. Tarihçe-i Hayat ( 66 )
  109. Tarihçe-i Hayat ( 96 )
  110. Tarihçe-i Hayat ( 179 )
  111. Tarihçe-i Hayat ( 527 )
  112. Kastamonu Lahikası ( 90 )
  113. Kastamonu Lahikası ( 189 – 190 )
  114. Şualar ( 584 )
  115. Emirdağ Lahikası-2 ( 31 )
  116. Lem’alar ( 235 )
  117. Lem’alar ( 266 )
  118. Mektubat ( 47 )
  119. Şualar ( 335 )
  120. Tarihçe-i Hayat ( 525 )
  121. Tarihçe-i Hayat ( 627 )
  122.      ,,            ,,       (300)
  123. Şualar ( 374 )
  124. Lem’alar ( 171 )
  125. Emirdağ Lahikası-1 ( 105 )
  126. Mektubat ( 370 )
  127. Osmanlıca münazarat (5)   
  128. Tarihçe-i Hayat ( 615
  129. Tarihçe-i Hayat ( 712 )
  130. Necmettin şahiner. Son Şahitler. 3. Cilt 321
  131. Tarihçe-i Hayat ( 711 )
  132. Emirdağ Lahikası-1 ( 238 )
  133. Emirdağ Lahikası-2 ( 62
  134. Mufassal tarihçe-i Hayat. Abdül kadir Badıllı. (İstanbul 1998) 3.cild Sh. 1837)
  135. Tarihçe-i Hayat ( 521 )
  136. Emirdağ Lahikası-1 ( 58 )
  137. Mufassal tarihçe-i Hayat. Abdül kadir Badıllı. (İstanbul 1998) 3.cild Sh. 1894)
  138. Mufassal tarihçe-i Hayat. Abdül kadir Badıllı. (İstanbul 1998) 3.cild Sh. 1892)
  139. Emirdağ Lahikası-2 ( 16 )
  140. Emirdağ Lahikası-1 ( 284 )
  141. Emirdağ Lahikası-1 ( 233 )
  142. Mufassal tarihçe-i Hayat. Abdül kadir Badıllı. (İstanbul 1998) 3.cild Sh. 2008)
  143. Emirdağ Lahikası-2 ( 217 )-Mufassal tarihçe-i Hayat. Abdül kadir Badıllı. (İstanbul 1998) 3.cild Sh. 1952)
  144. Necmettin şahiner. Son Şahitler. 4. Cilt 59
  145. Emirdağ Lahikası-2 ( 67 )
  146. N. Şahiner. Bilinmeyen taraflarıyla Said Nursi 6. Baskı, Sh. 361
  147. Tarihçe-i Hayat ( 683
  148. Mufassal tarihçe-i Hayat. Abdül kadir Badıllı. (İstanbul 1998) 3.cild Sh. 1907)
  149. Mufassal tarihçe-i Hayat. Abdül kadir Badıllı. (İstanbul 1998) 3.cild Sh. 1917)
  150. Emirdağ Lahikası-2 ( 50 )
  151. Emirdağ Lahikası-2 ( 50 )
  152. Emirdağ Lahikası-2 ( 199 )
  153. Emirdağ Lahikası-2 ( 67 )
  154. Ağabeyler anlatıyor. Ömer Özcan. sh 301
  155. Emirdağ Lahikası-2 ( 236 )
  156. Emirdağ Lahikası-2 ( 176 )
  157. Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat. 3cilt Sh. 2007
  158. Son Şahitler.  3.Clt. Bayram Yüksel Hatıralarından  
  159. Necmeddin Son Şahitler- İstanbul. 1994. Yeni Asya Yayın) cilt. 4. Sh.299
  160. Necmeddin Son Şahitler-1, s.119, Nesil Basım Yayın).    
  161. Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 58 )
  162.  Emirdağ Lahikası-2 ( 208 )
  163.  Hizmet Rehberi: 223
  164. Kastamonu Lahikası ( 25 )
  165. Mektubat ( 370 )
  166. Osmanlıca münazarat (5)   
  167. Dvl. Fls.Sefa Mürsel: (310)
  168.   ,,     ,,     ,,        ,,      : (316)
  169.   ,,      ,,     ,,        ,,     : 328 )
  170.  Mesnevi Nuriye : (224)
  171. Divan-ı Harb-i Örfi : 27
  172. Tarihçe-i Hayat ( 69 )  
  173. Divan-ı Harb-i Örfi ( 15 )
  174. Mektubat ( 396 )
  175. Sözler ( 483 )
  176. Şualar ( 205 )
  177. Em Lah-2 ( 148 )
  178. Emirdağ Lahikası-2 ( 36 )
  179. Tarihçe-i Hayat ( 179 )  
  180. (Münazarat, s. 123)  
  181. Risale-i Nur Enstitüsü24-25 Eylül 2005 / ANKARA)
  182.  Risale haber 12.07.2015  
  183.  Münazarat ( 94 )
  184.  Dvl. Fls. Sefa Mürsel 339
  185.  Emirdağ Lahikası-2 ( 208 )
  186.  Hizmet Rehberi: 223
  187.  Emirdağ Lahikası-2 ( 162)
  188. Emirdağ Lahikası-2 ( 206 )
  189. Emirdağ Lahikası-2 ( 206 )
  190. Emirdağ lahikası – 2 (163)
  191.  Köprü Dergisi, 2010: Yakup ASLAN Yrd. Doç. Dr. Harran Üniversitesi Öğretim Üyesi
  192.  Emirdağ Lahikası-2 ( 245 )  
  193. Emirdağ Lahikası-2 ( 71 )
  194.  Emirdağ lah. 2/25
  195.  Emirdağ lah 2/236
  196. Emirdağ lah. 2/9
  197. Emirdağ lah 2/ 164
  198. E. Lahikası. 2/24            
  199. Divan-ı Harb-i Örfi ( 30)
  200. Münazarat ( 85 )
  201. Divan-ı Harb-i Örfi (161) Y. Asya.
  202. Münazarat ( 86 )
  203. Emirdağ Lahikası-2 ( 71 )
  204. Emirdağ Lahikası-2 ( 207 )
  205. Emirdağ Lahikası-2 ( 207 )
  206.  Münazarat- ( 213) Yeni Asya.  
  207. Dvl. Fls.Sefa Mürsel. 496
  208. Dvl. Fls.Sefa Mürsel.  320
  209. Dvl. Fls.Sefa Mürsel.  313
  210. Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 55 )
  211.  N. Şahiner, Said Nursi  (220)
  212. Emirdağ Lahikası-2 ( 175 )
  213. Emirdağ. Lahikası. 2.  (50)
  214. Mufassal Tarihçe. (1917)
  215.  Mufassal Tarihçe. (1919)
  216. Mufassal Tarihçe (11920)
  217.  Dvl. Fls.Sefa Mürsel (417)
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Yalnızlık Temasının Edebî Eser ve Şahıslarda Psikanalitik Tesirleri ve Yorumu

Yalnızlık bir edebiyat teması olarak romanda, şiirde, tiyatroda ve daha başka metinlerde çok kullanılmış ve …

Kapat