Ana Sayfa / Yazarlar / Yer Altı İnsanları

Yer Altı İnsanları

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yer Altı İnsanları

Sabahın erken saatlerinde, serin ve rüzgarlı bir günde, temiz hava almak, derince nefes alıp ruhunu rahatlatmak için dışarı çıktı. Fakat içinde bir sıkıntı vardı. Böyle sıkıntılı olduğu zamanlar işleri hep ters giderdi. Bir rahatlama ve genişlik duyduğu zamanlar da ise her şey yolunda giderdi. Bunun böyle olduğunu defalarca müşahede etmiş olduğundan: “Sanki kaderim ile halet-i ruhiyem arasında bir paralellik var.” diye düşündü. Dışarıda temiz ve rahatlatıcı bir hava vardı. Fakat içindeki sıkıntı ve daralma hissi onu hayli rahatsız ediyordu. Kendi kendine şöyle düşündü: “Olağan bir günde, olağan bir yerde, olağan insanlar arasında, olağanüstü bir şeyler yapabilir miyim? Bu mümkün mü? Olağan hadiseler içinde olağanüstülüğü yakalayabilir miyim? Kimsenin bilmediği sırlara ulaşabilir miyim? Kimsenin bulamadığını bulabilir miyim?”

Cadde boyunca yürüyüp karşısına çıkan ara sokaklardan birine girdi. Sokak çok sakin ve sessizdi, sanki diğer sokaklardan farklı bir yanı vardı bu sokağın. Onun aradığı da böyle tenha bir yerde yürümekti. Sokağa girip biraz yürüdükten sonra asfalt üzerinde bulunan bir mazgalın arasından çıkan uzunca bir insan kolunun hızla ona doğru yaklaştığını fark etti. Hiçbir insanda bu kadar uzun bir kolun olması mümkün değildi. Daha kendini sakınmasına fırsat bulamadan bu uzun kol ayaklarına dolanıp onu yere doğru çekmeye başladı. Ne olduğunu anlayamadan dizine kadar yere battı. Son bir hamle ile çırpındı fakat karşı konulmaz bir kuvvet onu yerin altına doğru çekti. Birkaç saniye içinde kendini yerin altında buldu.

“Şaşırmam gerekirken nedense hiç şaşırmadım ve korkmam gerekirken hiç korkmadım.” Dedi.

Tuhaf olan şey, yerin altına düştüğünü tuhaf karşılamaması idi. Zaten işler olumsuz gitmeye başladı mı bir kere insan her şeye hazırlıklı oluyor. Belki de bu yüzden her şey normal geliyor diye düşündü.

Yer altındaki insanlar etrafına toplanıp ona bakmaya başladılar. Yaklaşık yirmi otuz kişilik bir insan topluluğu yan yana kümelenip Onun her hareketini dikkatlice takip ediyorlar ve Ondan daha fazla tedirgin ve ürkek davranıyorlardı.

“Ne çabuk düştüm değil mi.” Dedi.

Onlar da: “Düşmek her zaman çabuk olur.” Dediler.

Sizler kimsiniz?

“Bizler yer altı insanlarıyız.”

“Burası nasıl bir yer?”

“Burası bir şehir, bir yer altı şehri.”

Onlarla konuştukça kendisine iyice yaklaşmaya başladıklarını fark etti.

Yer altı insanları etrafını sarıp dediler ki:

“Bu mekanda her şey senin bildiğinden farklıdır.”

Biri söze karışıp kendilerini ve mekanlarını anlattı: “Yer altında darlık var, sıkıntı var, öfke var ve kalp katılığı var. Bizler her şeyin olumsuz yönünü görenler buraya bir şekilde getirildik. Hepimizin ortak yanı bu! Bizim ölçülerimize göre; “Cömertlik israftır. Tutumluluk ise cimriliktir. Sükutu altın bilenlere burada pısırık deriz. Konuşarak faydalı olmak isteyenlere geveze deriz. Mütevazi olanlara alçak, vakarlı olanlara kibirli deriz. Uzlaşanları korkak, güzel geçimli olanları riyakar diye damgalarız. Sebatkar olanlar inatçı, prensipli olanlar katı kuralcı, idealist olanlar hayalperesttir burada. Yanlış yoldan dönenler hain, doğru yolda ısrarla yürüyenler laf anlamaz ahmaktır.”

Bir başkası şöyle dedi: “Burada kafası karışmış insanlar her şeyi birbirine karıştırırlar.” Karamsarlık ve kalp katılığı her insanda ve her davranış da görülür. İnsanların yüzlerinde ve bakışlarında bıkkınlık ve kasvet dışında bir şey göremezsin.

“Evet, burada herkes kötüdür, en azından kötü tarafı vardır ve o kötülük konuşulur bu kasvetli mekanda, bu karamsar insanlar arasında.”

Hep birlikte şiir okumaya başladılar:

 

Kötülük tohumlarıyla doludur mahzenlerimiz.

Kerih kokulu zakkumlar yetişir saksılarımızda.

Yeşermez bizde güzel kokulu çiçekler, zambaklar.

Kahrolsun iyilik, yaşasın kötülük diye bağırır çocuklarımız.

 

Ağzıyla pislik yuvarlayan cual böceği,

Bizim için bal arısından daha sevimli.

Yılanın zehiri, akrebin iğnesi,

Bize koyun sütünden daha değerli.

 

Sizin kötüleriniz bizim için iyidir.

Sizin iyileriniz bizim için kötüdür.

Burada gerçekler ters yüz edilir.

Kovulanlar ezilenler yer altında övülür.

 

İyiler güçsüzdür, kötüler muktedir.

Böyle bilir, böyle inanır burada insanlar.

İyiliğe tuzak kurup beklemektedir.

Sevgiden nasipsiz, horlanan canlılar.

 

“Size bir şey sormama izin verin.” Dedi.

“Hayır” dediler. “Bugün sen misafirsin. Önce biz hasret duyduğumuzu soralım sonra sen merak ettiğini sorarsın.”

Ve sordular:

“Hiç gökyüzünü gördün mü?”

“Elbette.” Dedi. “Görmez olur muyum?”

“Biz onu sormuyoruz. Gökyüzünün manasını gördün mü?”

“Tabii evet.”

“O halde bize gökyüzünü anlat.”

“Gördüklerimi ancak benim gibi gözü olan birine anlatabilirim. Hissettiklerimi ise benim gibi duyguları olan anlar. Duygusuz olana anlatmak uzak mesafelere fısıltı ile seslenmek gibi anlamsız olur. Size ancak gördüklerimi anlatabilirim, hissettiklerimi ise anlatmam mümkün değil. Çünkü onları ifade edecek kelimeler lügat kitaplarında mevcut değil. Bildiğimiz kelimeler, herkesin hissettiklerini ifade eden kelimeler. Peki ya çok az kişinin hissedebildiklerini ifade edecek kelimeler nerede? Bunları hangi lügatta bulabilirim? O kelimeleri bulsam bile siz yine anlayamazsınız. Çünkü bunları sizinde hissetmeniz gerekir, bunlar yaşamakla bilinir, işitmekle değil.” Anlatmaya devam etti: “Deniz kıyısından masmavi sulara ve oradan uçsuz bucaksız genişliğe bakmak neyse, başımı kaldırıp göğe bakmak da benim için aynı şey. Bu bakış sonsuzluğa ve özgürlüğe yönelmek anlamına gelir benim için. Başımı kaldırınca gördüğüm gökyüzü masmavidir. Gözlerimi yukarı doğru dikince mavinin sonsuzluk hissini veren tonlarıyla ruhum ferahlanır. Göğün tam ortası koyu mavi iken başımı ufka doğru çevirdiğimde daha açık mavinin yerle kavuştuğunu görürüm. Göğe bakarken ona yaklaşmak ve onun içinde kaybolmak isterim. Baktıkça göğsüm genişler, nefesim açılır. Sırların, kurtuluşun, umutların, hedeflerin, sevinçlerin, aranan şeylerin hep o tarafta olduğunu anlarım. Ama uzun zamandır belki yıllardır göğe bakamıyorum.”

Neden?

“Çünkü çok işlerim var.”

“Hangi önemli iş seni göğe bakmaktan alıkoydu yıllarca.”

“Önemli değil ama çok işler, yani dünya işleri.”

Kızarak “Bak misafir” dediler. Ve devam ettiler: “Gökyüzüne bakmayan, yer altına atılır. Bundan sonra burada yaşamaya alışacaksın. Bizimle beraber bizim gibi. Bizim gibi olursan bizimle beraber kalırsın. Bizim gibi olmazsan yükselir ve kurtulursun fakat çile çekmeye hazır olmalısın.”

İçlerinden biri kalabalığa doğru dönüp şu şiiri okudu:

 

Yer altı, hep kendine çeker insanları.

Göğe bakanlar ve anlayanlar kurtulur.

Düşmeden düşünemezsin kaçan fırsatları.

Yer altı, insanların umudunu kurutur.

Yer altı, insanların ufkunu karartır.

 

Yer altı, hep süründürür içindeki canlıları.

Kendine dönenler ve ağlayanlar kurtulur.

Bakmadan bulamazsın kurtaran ufukları.

Yer altı, insanların yollarını kapatır.

Yer altı, insanların mekanını daraltır.

 

Yer altında umutsuz ve mutsuz insanlar.

Dolaşırlar çaresiz, gayesiz ve sessiz.

Yer altında onursuz ve nursuz adamlar.

Bakışırlar anlamsız, aşinasız ve hissiz.

 

Yer altında saklıdır hatalılar ve suçlular.

Suçlarıyla gezinir endişesiz ve değersiz.

Yer altında kalır küçülmüş kararmış günahlılar.

Günahlarıyla eğlenir seviyesiz ve sevgisiz.

 

Dinlediği şiir onun nasıl bir dünyaya geldiğini anlamasına yardımcı oldu. İçini yalnızlık duygusu kapladı. Bulunduğu yer ile kendisi arasında bir benzerlik aradı. “Beni buraya çeken ne olabilir.” diye düşündü. Biraz dolaşmaya ve daha fazla insanla tanışmaya karar verdi.

Orada önce riyakar bir adamla tanıştı.

Devamlı saygı ve iltifat bekliyordu.

Ona şunları söyledi:

“Sen kendine iltifat edilmesini beklemekle

Etrafına dalkavukları toplamaktasın.

Bu riyakar halinle

Gerçek dost bulamamaktan yakınamazsın”

“Ama ben etrafımda bana iltifat edenlerden hoşlanıyorum ve onları bir şekilde ödüllendiriyorum.” dedi.

Gülerek cevap verdi:

“En çok ardında dolananlar

En çok arkandan konuşanlardır.”

“Git şuradaki insanların ne konuştuklarına kulak ver. Onlar az önce senin ikramda bulunduğun kimselerdi. Artık senden aldıklarını beğenmiyorlar ve daha fazlasını istedikleri için seni arkandan çekiştiriyorlar.”

“Ama ben de onlardan istediğimi alıyorum.” Dedi.

Kızarak: “Sen dostluktan ve insanlıktan anlamayan bir yer altı adamısın ve tam burası için biçilmiş kaftansın.” Dedi.

Yüzünü ondan çevirip konuşmasına devam etti:

“Riyakarın kaderi köpeklerin haline benzer ve o kadar kıymet taşır. En çok istedikleri itibarı gerçek manada hiçbir zaman kazanamayan zavallılar.

Dalkavuklar tarafından etrafı çevrilmiş adam kurtlar arasında kalmış koyun gibidir. Kurtlar koyundan geriye ne bırakırlarsa, dalkavuklarda hayır namına o adamda ancak o kadarını bırakırlar. İhsanlarını ve ödüllerini kemik gibi kullanıp insanları köpekleştirmesinden dolayı bu kötülük ona reva görüldü.”

“O, etrafındaki köpekleri görüp tahkirle zevk alarak gururlanırken, etrafında köpekleşenler de onu kemirerek intikam almaktadırlar.”

İkinci tanıştığı kişi kibirli bir adamdı.

Adam ona değersiz bir nesne gibi davranıyordu. Dayanamadı: “Saldırganlığı ve saygısızlığı üstünlük zanneden eğitim yoksunu yer altı insanı! Yer altındasın ve kendini bulutların üzerinde zannediyorsun. Aşağıda olup da yukarıdan bakmayı nasıl beceriyorsun.”

Kibirli adam: “Beni sadece sen değil birçok kişi çekemiyor zaten.”

Onunla daha fazla konuşmanın gereksizliğini anladı. Çünkü herkes öğüt alır fakat kibirli insanı öğüt alırken göremezsin. Daha fazla beklemeden oradan uzaklaştı. Bencil bir adam gördü. Herkesi kendisi için bir basamak ve işlerini gördüreceği hizmetçiler zanneden bu adamla konuşmak istemedi. Sonra fikrini değiştirip kendi kendine şöyle dedi: “Herkesi dinle, herkesi anla. İfrat ve tefritten kurtulmak ve taassuptan uzak kalmak bununla mümkün olur. Vasatı bulmak da bununla mümkün olur. Hakikatin kıymeti de böyle anlaşılır.”

Adam kendine bakıldığını fark edince: “Canım çok sıkılıyor, bir şeyler konuşta sıkıntım geçsin” dedi. Karşılık alamayınca: “Beni kızdırma sen kimsin de benimle konuşmuyorsun, seni benimle karşılaştığına pişman ederim.” Dedi. Onun tehditlerinden korkmuyor ve onun kızacağı şeyleri söylemekten de çekinmiyordu. “Kaba kuvvete dayanıp, etten kemikten olan vücudundan medet uman ve ahlakı sağlam olan hiç kimseye rastlamadım. Etine güvenenin ruhu cılız olur. Benlik hissi gelişmiş olanlar, etrafa tehditler yağdıranlar, ahlakı bozuk, ameli noksan, günahı katlanmış, zavallı kimselerdir. Mütevazi olan, haddini bilen, halim selim fıtratta olanların çoğu da ahlakı güzel ve samimi insanlardır.” Dedi.

Adam yerinden doğrulup gövdesini gösterircesine kollarını açıp şöyle dedi: “Ben cesurum ve menfaatimi düşünürüm. Çünkü kendime saygım var.”

“Menfaatte menfaat yok. Menfaatte basitlik var, içten pazarlık var, samimiyetsizlik var. Bütün günahların temelinde yatan bencillik ve tembellik sende varken fazilet adına bir şey kazanman mümkün değil. Kendine saygı duyman kendini tanımadığından kaynaklanıyor. Gerçekten kendini tanısan, nefsini bilsen, saygı duyman nasıl mümkün olur?” Dedi ve onun yanından uzaklaştı.

Biraz yürüdükten sonra kalabalık bir insan topluluğuna rastladı. Onu saygı duydukları bilge bir adama götürdüler.

Dağınık saçları, karışık sakalları, yırtık ve yamalı elbiseleri ile ilk bakışta saygı duyulmayacak biri gibiydi. Fakat sakin tavırları, vakarlı hareketleri farklı ses tonu ise dikkat çekiciydi. Ağır ağır gelip oturdu.

Bu bilge birine benziyor diye düşünerek ona sordu:

“Ben niçin buradayım.”

Yaşlı adam onun sorusuna cevap vermedi. Başını kaldırıp yüzüne baktı ve onu baştan aşağıya kadar süzdükten sonra:

Saçların beyazlıyor yaşlanıyorsun.” Dedi.

Onu tasdik ederek dedi ki: “Gençken ihtiyarlığı ilmen bilirdim. Şimdi, kırk yaşında aynen görüyorum. On, yirmi sene sonra hakikaten anlayacağım.”

Yaşlı adam: “Gençliğinde duyup da yüz çevirip geçtiğin sözler sana anlamlı gelmeye başladıysa bil ki yaşlanıyorsun demektir.

Gençliğinde değer verdiğin ve çok arzuladığın şeyler artık değerini kaybetmeye başlıyorsa yine bil ki yaşlanıyorsun demektir.

Çok uzak gördüğün zamanlar gelip geçmiş ve senin için sadece bir anı olarak kalmışsa ve üstelik bu yılları hatırladığın halde kendini bu zamanların dışında zannetmeye çalışıyorsan bil ki yaşlılık sana sinsice gelmiş demektir.

“Biraz önce kırk yaşında olduğunu söyledin değil mi?”

“Evet yaşım kırk.”

“Demek kırk bahar gördün.

Kırk defa baharı yaşadın.

Kırk defa baharı karşıladın.

Peki baharı fark edebildin mi?

Baharı anlayabildin mi?

Bahardaki haşir kokusunu duyabildin mi?”

Sözlerine şöyle devam etti:

“Her bahar dirilişin provasıdır.

Her bahar dirilişin numunesidir.

Bahardaki canlılıkla canlanabildin mi hiç?”

Yaşlı adam sorusuna cevap almadan sormaya devam ediyor ve cevabını bildiği için gerek de duymuyordu.

“On dört bin altı yüz defa üzerine güneş doğdu.

Peki kaç defa gün doğumunu seyrettin?

On dört bin altı yüz defa üzerinden güneş battı.

Peki kaç defa gün batımını seyrettin?

Gün batımını sadece ressamların tablolarında görmek yetmez. O muhteşem manzarayı canlı canlı ve doya doya hayranlık içinde seyredebildin mi?

Bu manzarayı resmeden ressamı takdir ettiğin kadar bu güzelliği yaratanı da takdir edebildin mi?”

Mahcup bir vaziyette başını önüne eğip göz ucuyla yaşlı adama bakıyordu.

“Şimdi daha soracak mısın ben niye buradayım diye?”

“Hayır sormayacağım artık anlamaya başlıyorum.” Dedi.

Ama soracağı başka soruları vardı:

“Yer altı insanları, yer üstü insanları ile hiçbir zaman karşılaşmazlar mı?” diye sordu.

Yaşlı adam cevap verdi: “Hayır elbette karşılaşırlar. Yer altında, yer altı insan pazarı var. Burada toplananlar bir şekilde yerüstü insanları tarafından alınırlar bir süre çalıştırılıp sonra yine aynı yere bırakılırlar. Bu pazara gelenlerin hepsinin boynu eğiktir. Yoksa çalışma şansını kaybederler. Onların seçiminde bedenleri ve güçleri kadar boyunlarının eğik olmasına da dikkat edilir.”

“Onları yani yer altı insanlarını nasıl tanırsınız?”

Yer altı insanları kaderi suçlamakla tanınırlar. Her sıkıntının ahirinde kadere isyan ederler. Kendi zaafları, hataları, kabahatleri hiçbir zaman onların nazarlarına takılmaz. Sadece tek suçlu vardır, kader! Burada bir gün adamın biri bağırmaya başladı: “Artık dayanamıyorum. Bu kaderi kabul etmiyorum. Bunu değiştirmek benim elimde.” dedi ve elindeki bıçağı insanlara doğru uzatıp gösterdi. “Şimdi kaderimi değiştireceğim ve bu kötü hayatıma son vereceğim.” dedi. Karnına bıçağı saplayıp ciğerine kadar batırdı. Cansız olarak yere yığıldı. Oradaki insanlar ise şöyle dediler: “İntihar etmekte başarılı oldu fakat kaderini değiştirmekte başarılı olamadı. Çünkü onun kaderinde, “Hayatına son vermek için bıçakla kendini öldürecek.” diye yazılı idi. Yaşlı adam konuşmaya devam etti: “Ağzımız açık olarak seyrederiz her şeyi. Burada hava yok, toprak var. Nefes almak yok, yutmak var. Burunlarımız tıkalı, ciğerlerimiz çürümüş ve daralmış. Kurumak ve çürümek bizim kaderimiz. Bu yolu biz seçtik. Neticesi de bize ait. İtiraz hakkımız yok.”

Yaşlı adamla konuşurken birini getirdiler. Adam ölmek üzere idi ve yanındakilere şöyle diyordu: “Yirmi dakika önce ızdırap içindeydim. Şimdi beklemedeyim. Belki yirmi dakika sonra kavuşma vakti gelecek. Gördüklerim hep inandıklarım olacak. Yirmi dakika sonra beni gömmeyin. Zaten burası yer altı değil mi? Beni olduğum yerde bırakın, öylece kalayım.”

Yaşlı adama saygısızlık yapmaktan çekiniyordu ama ölmek üzere olan adamı da teselli etmekten geri durmadı: “Ölmek hem son hem başlangıçtır.” dedi ve ekledi:

“İman bilginin sevince dönüşmesidir. Evet, biz ölmeyeceğiz ve yok olmayacağız. Bu bilgi ve bu haber, bilgiyi sadece hafızaya kaydedilen bir ibare olmaktan çıkarıp insanın kalbine ve ruhuna genişlik veren nafi bir ilaç gibi faydaya dönüştürüyor.”

Adam yattığı yerden doğruldu ve kızarak:

“Senin bildiklerini biliyorum.

Senin bilmediklerini de biliyorum.

Daha da önemlisi,

Hiç bir şey bilmediğimi biliyorum.” dedi.

Yaşlı adam ölmek üzere olan adama hitaben: “Bilmen seni buradan kurtarmadı. Bilgi kimseyi kurtarmaz. Çok bilen fakat bilgiyi damarlarına çekmeyen odundan yapılmış kitaplık gibidir. Bilgi çiçeğinden kendine hikmet balı yapmayı becerebilseydin burada ne işin olurdu. Faydalı ilim, bilginin hikmete dönüştüğü yerdedir. Faydasız ilimde ise bilgi bir yük olarak kalır ve zamanla unutulur gider. Hiçbir zaman hikmete dönüşemez. İnsanlar bilgiye talip olurlar ve bilgiyi ele geçirirler fakat bilginin özünde bekleyen hikmeti fark edemezler. Bu durum omuzunda kartal taşımaya benzer. Halbuki kartalın sırtına çıkıp onunla birlikte uçabilirsin. Sen de benim gibi sadece fırsatları seyredenlerdensin.”

Yaşlı adamın sözlerinden etkilenen biri öne atıldı:

 

Bir fırsat daha isteriz.

Ümitsiz nasıl yaşar insan.

Bir fırsat için bekleriz.

Ümitsiz nasıl bekler insan.

 

Yer çekimi olmasa

Toprakla göğe savrulurduk.

Yer çekimi olmasa

Sevdiklerimize kavuşurduk.

 

Yaşlı adam ona dönüp şöyle dedi: “Burada bu imtihan dünyasında bu yüzden varız. Bazıları işi anlayacak olumsuzlukları olumlu duruma getirip kazanacak ve yükselecek. Bazıları ise bir şey anlayamadan kaybedecek ve gömülüp gidecek. Bu bir fırsat, hepimiz için. Gülenler gülsün. Bu gülmeler bir süre sonra ağlamalara dönüşecek.

Yaşlı adam işaret parmağını ona doğru çevirerek şöyle dedi:

“Buradan kurtulmak O’na yaklaşmakla mümkün olur.” O’na derken işaret parmağını yukarı doğru kaldırdı.

“O’na nasıl yaklaşırım?” diye sordu.

“Dua ile ve güzel davranışlarla.”

“Dua ile yaklaşırım öyle mi?” diyerek üzerinden attı gaflet perdelerini. Yaşlı adama heyecan içinde şöyle dedi: “Kafir, bin dilek tutsa ve hepsi gerçekleşse, ben bir dua etsem ve gerçekleşmese yine de imanımda bir zayıflama olmaz. Çünkü ben dua etmekle Allah’a yaklaşırım. Duamın dünyada kabul edilmesi ile değil. Dua ederken Allah’a yaklaşırsın, duan kabul olunca dua ile istenilen nimete yaklaşırsın. Nimet sana gaflet verir. Gafletten kurtulmak ancak şükür ile olur. Şükredersen Ona yönelmiş olursun ve Ona yaklaşırsın.” Yaşlı adam tebessüm edip dedi ki: “Senin bilgin ve heyecanın bende olsa idi ve nefsimde gördüğüm zaaflardan kurtulabilseydim burada uzun süre kalmazdım.” Dikkatli bakışlarla onu süzdükten sonra: “Genç adam, sen burada fazla kalmazsın.” dedi. Sonra bir iç geçirip konuşmaya devam etti: “Bizim burada çakılıp kalmamıza sebep olan günahlarımız, hatalarımız. Günahlardan kaç, hatalarını düzelt.” “Söylediklerini anlıyorum” diyerek başını salladı.

“Hidayete eren birinden şu sözleri işittim: “Günahların kapalı kapılar ardında ve karanlık odalarda işlendiğini sanırdım. Meğer Allah’ın huzurunda işleniyormuş.” Her an yaratıcının gözleri önündesin. Nereye kaçıp da günah işleyesin. Onun görmediği bir yer bulabilir misin? O seni görürken, sen ona bakarken nasıl günah işlersin. Bunu, ihsan halini kazanınca anlarsın.”

“Demek sır ihsanda.”

“Evet, sizler boşuna çabalamışsınız.”

“Sır kapısını açamadığımız için zorlukları yenemedik.”

“Çalışın ve kazanın. Buradan hep beraber kurtulalım.”

Yer altının karanlık köşelerinde gezinen insanlar bir delik veya çatlaktan içeri sızan ışık demetini gördükleri zaman o tarafa doğru koşuşup toplanırlar ve birbirlerinin yüzlerine dikkatlice bakarlar. Birbirlerini daha iyi görüp daha iyi tanımanın güvenini duyarlar. Böyle zamanların birinde sürur içinde şöyle dediler:

 

Renklerin ıtlakı bütün eşyada.

Işığın saltanatı bütün varlıkta.

Hayat bir iksirdir her canlıda.

Şuur bir keşşaftır her akılda.

 

Karanlığı delen parlak şualar.

Zulmü yok eden nurlu lem’alar.

Yer altından kurtaran mektuplar.

Sözlerle görülen geniş ufuklar.

 

Tasdik ettiler ve şöyle dediler: “Bu şiirde yer altından kurtaran iksirler var.”

 

Sonra bir çocukla karşılaştı.

Böyle bir yerde bir çocuğa rastlayacağını hiç ummuyordu.

“Çocuklarında burada yeri var mı?” diye sordu.

Çocuk: “Büyüklerin olduğu yerde tabii ki çocuklarda olmalı. Her varlık kendinden sonra gelecek olanları hazırlar. Bu bitkilerde, hayvanlarda ve diğer canlılarda böyledir. İnsanda hatta yer altı insanlarında da niye böyle olmasın?”

“Evet, olabilir.” dedi.

Sonra çocuk devam etti: “En azından seyirci olarak bulunmalılar ki kendilerini nasıl bir dünyanın beklediğini bilsinler.”

Burada çocuklar inci gibi bembeyazdırlar. Yaşlandıkça kararırlar.

Çocuğun sözleri onun hafızasını canlandırdı:

“Çocukken kendimden yaşça büyük olanlarla iyi anlaşırdım.

Büyüyünce de çocuklarla iyi anlaşır oldum. Bunun sırrı şu olsa gerek, “Çocukken büyüklerle konuştuğumda büyük gibi konuşuyordum. Çocuklara da hiçbir zaman çocuk gibi davranmadım.” dedi. Ve açıklayarak devam etti: “Mesela senin bilyeni biri haksız yere alsa.” gibi basit misaller vermedim. Çünkü benim anladığımı onların da anladığını biliyordum.” dedi. Çocuk adamı tasdik etti ve ekledi:

“Akran acımasız olur. Gençlerden saygı, yaşlılardan şefkat görürsün. Akranın seni yıkmak ister, galip gelmek ister. Çünkü rakiptir.”

Bence kötülük yaşta değildir. Yapacağını her yaşta olana yapar.

Çocuk ona kendi anılarından anlattı: “Annemin misafirleri gelecekti. O gün çok telaşlı ve heyecanlıydı. Bu yüzden bizi devamlı azarlıyor ve küçük bir hatamızda avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Adam çocuğun sözüne karıştı:

“Yaşlı fakat şefkatli değil.”

Evet dedi çocuk ve devam etti:

Babam sordu: “Anneni niçin bağırtıyorsun?” Dayanamadım babama şöyle dedim: “Annem kendinde olmayanı arkadaşlarına göstermek için kendinde olanı bize gösteriyor babacığım.” Babam tebessüm ederek yüzüme baktı: “Sen yine de böyle deme.” Dedi.

Adam çocuğun dalgalı saçlarını okşayıp: “Baban haklı yine de böyle söyleme.” Dedi.

Çocuk: “Annem iyi gibi davranmayı çok iyi beceriyor ama iyi olmayı beceremiyor.” dedi.

Bir süre ikisi de sessiz kaldılar. Birbirlerinin gözlerine baktılar. Sonra çocuk yüzünü çevirip bir noktaya bakarak: “Sana söyleyeceklerim bu yerin mahiyetini anlaman için yeterli olabilir. Ancak iyi dinleyen anlar ve iyi düşünen bulur.”

Anlatmaya başladı: “Burası kimileri için temel kimileri için tavan hükmünde. Yolun başında temel almak için mi buraya indin? Yoksa yolun sonunda ceza çekmek için mi buraya atıldın. Geçmişine bak, fiillerine, hallerine, sözlerine, fikirlerine ve tavırlarına dikkat et. Eğer alçalıyorsan burası sana tavandır. Eğer yükseliyorsan o zaman burası sana temeldir. Çok yüksek binalar yapmak için çok derin çukurlar açarlar. Temeli olmadan kim yükselebilir?

Pis kokan leşler yer altına atılır.

Değerli hazineler yer altında saklanır.

Başlayanlar buradan başlar. Bitenler burada gömülür.

Yer altına girmek ölümdür. Yer altından kurtulmak ise diriliştir. Dirilmek için buradasın!

Burası senin temel bulup kökleşme mekanın ve şu zaman senin temel atıp yere sağlam basma zamanın. Hayır, sen buraya düşmedin, yükselirken uğraman gereken yere uğradın ve böyle gerekiyordu. Güzel sözleri öğrenmen ve kötü sözlerden kurtulman için bu gerekliydi.”

“Güzel söz nedir?”

“Güzel söz, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki Rabb’inin izniyle her zaman meyvesini verir. (İbrahim 24.)”

“Peki kötü söz nedir?”

“Kötü söz ise, gövdesi toprağın üstünden kolayca çıkarılabilen, kökleşip yerleşmeyen değersiz bir ağaca benzer. (İbrahim 26.)”

“Defineler yer altında saklanır. O halde define arayan yer altına inmeli. Hem de tevazu ve mahviyet tünelinden inmeli. Yer ve gök gibi birbirinden uzaktır övgü ve suçlama. Övgü ile insanlar gökyüzüne yükselir, suçlama ile insanlar yerin dibine çekilir. Yer altı insanlarını tanımak mı istersin. Her köşe başında durup birilerine suç atarlar. Göğe bakanları ve oraya doğru çıkanları merak edersen onlar birbirlerine iltifat ederler. Kibar ve hassastırlar. Yer altı insanları ise kaba ve kırıcıdırlar. Onlara yer altı insanı olmak en büyük cezadır. Fakat farkına varmazlar. Pislik böceğini güzel kokulu çiçeklerle dolu bir bahçeye bıraksan o hala orada gübre bulmanın telaşına düşer. Yer altı insanını bulutların üzerine çıkarsan o yine yer altına iner, suçlama ve tenkitlerine devam eder. Gök ehli birbirlerini omuzlarına alıp yüceltirler. Yer altı insanları birbirlerini ayaklarının altında ezmek isterler.”

Çocuğun söyledikleri onun hem göğsünü, hem de ufkunu genişletti.

“Güzel söz güzel insana, kötü söz kötü insana ne de çok yakışıyor.” dedi.

“Çocukluğumda büyükannem bana nasihat ederdi. Geniş olmak, sehavetli olmak çok önemli diyerek beni uyarırdı. Bu sözün manasını ve önemini ancak yer altına düşünce ve burada daraldıkça anladım. Genişlik ne kadar kıymetli ne kadar gerekli!”

Çocuk tebessüm etti ve dedi ki:

“Kime genişlik verilmiş ise ona cennet kapıları açılmış demektir.

Kime Darlık geldi ise ona cehennem kapıları açılmış demektir.”

Adam çocukla aynı şeyleri düşünmenin ve hissetmenin verdiği mutlulukla: “İlim kadar, insanlar arasındaki yaş farkını ortadan kaldıran başka bir şeye rastlamadım.” dedi.

Sonra çocukla birlikte yer altı insanlarının yanına döndü. Onlara: “Sizler buraya nasıl geldiniz?” diye sordu. İçlerinden biri: “Herkes kendi hikayesini anlatsın.” diye bağırdı.

Yaşlı bir adam: “Buranın en yaşlılarından biri olarak önce ben anlatayım.” dedi.

“Gençliğimde ailemden uzakta yatılı okulda okurken hasetçi birkaç kişinin iftirasına uğradım. “Sen imtihan sorularını çaldın yoksa iyi not alamazdın” dediler. Kusurlu ve suçlu olduğumu söylediler. Öğretmen sınıfta herkese suçluluğumu ilan etti. Söylenenler yalandı. Fakat ben, beni itham etmelerinden ve bana karşı suçluymuşum gibi tavırlarından utandım. Yalanı doğru gibi karşıladım. Kendimi savunamadım, kendime olan saygımı kaybettim. Suçlanma karşısında başımı dik tutmam gerekirken önüme eğdim ve kendimi burada buldum.” Biraz düşündü ve yaşlı adama şöyle dedi: “Tevekkül etmen gerekirdi ve bunu kabul etmeyerek başını dik tutup onlara karşı koymalıydın.” Nasıl olmuşsa öyle olması gerekiyordu ve öyle oldu. Kaderin alternatifi yoktur. Sakın keşke deme. Olanı değiştiremezsin. Değişeni de durduramazsın. Ancak gerekeni yapıp beklemekle yetinmelisin. Gerekli olmayan hiçbir şey olmaz. Ne olmuşsa gerektiği için olmuştur. Yine ne gerekli ise o olacaktır. Şer de olsa, hayır da olsa. Olaylar çoğu zaman senin yanında ve gözünün önünde cereyan eder. Fakat sen güçsüz isen veya çaresizlik içinde isen sadece seyretmek düşer sana. Ayağını sağlamca basarsın hiçbir şey yapmadan ve tahammül göstererek. Buna da sabır denir. Son alternatif ve son çare sabır! Çaresizlerin çaresi sabır! Alternatifler, senin kozun ve gücün. Fakat onları kullandıkça kozların azalır ve son noktada çaresizlik ve güçsüzlükle karşılaşırsın. Paranı harcadıkça sana menfaat gelir, alternatiflerini ise harcamadıkça güçlüsün ve bu senin için menfaattir.”

Bir başkası da kendi hikayesini anlattı:

“Komşumun mutfak penceresinden burnuma mayalı ekmek kokusu geldi. Gittim, taze ve sıcak ekmekleri görünce dayanamayıp onlardan yedim.”

Birden itiraz sesleri yükseldi. “Ama sen yerdeki kuru ekmek kırıntılarını da yemişsin. Sadece o kadarla yetinseydin burada bu kadar kalmazdın. Ama kuru ekmeklere de tamah etmişsin. Ne kadar alçalırsan o kadar düşersin, ne kadar yükselirsen o kadar yücelirsin.”

Bir diğeri söze başladı:

“Arkadaşım kendini beğenen ve övünmeyi seven biri idi. Onunla bir gün çarşıya çıktık. Kendine pahalı bir ayakkabı alacağını söyledi. Birlikte büyük bir mağazaya girdik. Dört, beş çift ayakkabıyı inceleyip ayağına giydikten sonra birinde karar kıldı. Ayakkabıyı ayağından çıkarmayıp eski ayakkabılarını paket yaptırdı. Yeni ayakkabıları ile mağazada salına salına yürürken sanki bana boyu kısalmış gibi geldi. Kendisine dedim: “Bu ayakkabılar aslında topuklu fakat sanki boyunu kısa göstermiş gibi geldi bana.” Kibirlendikçe büyüklük tasladıkça boyunun ufaldığını görüyordum ve hayret etmemem mümkün değildi.”

“Birlikte mağazadan çıkıp cadde boyunca yürürken caddenin sonuna geldiğimizde arkadaşımı yanımda göremedim. Etrafıma baktım nereye kayboldu bu adam diye sağa sola bakarken ayakkabılarının yerde olduğunu fark ettim. Eğildim bunları bırakıp nereye kayboldu derken ayakkabıların içinden onun cılız sesini duydum. Bu nesneleri gözünde o kadar büyütmüş ki, sonunda onları taşıyamaz ve içinde kaybolmuş bir vaziyette Onu o denli küçülmüş buldum. Eşya ile değer kazananlar eşyanın yanında ne kadar küçüldüklerini görseler, asla bu tavırlara girmezler. Bir de eşyaya değer kazandıran insanlar var ki, onların giydiği elbiseler, bindiği araçlar, oturduğu evler sadece onların şahsiyetiyle ve onlara yakınlıklarıyla değer kazanır.” Kalabalık onun sözlerini tasdik etti. “Peki sen niye düştün.” dediler. O da: “Ben, kibirlilerin yanında kibirli, alçak gönüllülerin yanında alçak gönüllü olmayı beceremediğim için buradayım.” dedi.

Kalabalıktan biri söze karıştı:

“Bana dosdoğru bir yolda yürümem gerektiği söylendi. Fakat ben bu yoldan az bir açı ile sapmanın fazla bir zararının olmayacağını düşündüm. Ancak aylar geçtikten sonra anladım ki o küçük açı kadar sapmak beni doğru yoldan çok uzak bir mesafeye atmış. Hedefim olan fazilet yurduna gideceğimi sanırken baktım ki buraya gelmişim ve sizin aranızda buldum kendimi.”

Biri söze karıştı: “Ben de senin gibi bir yola baş koydum ve o yolda hızla ilerliyordum. Ah o tümsek yok mu! Nasıl da ayağıma takıldı. Sendeledim, yalpaladım, dengemi kaybettim ve aranızdayım işte.”

Ona durumunu şöyle açıkladılar:

“Bu yolda her bir tümsek ve her bir çukur biri için hazırlanmıştır. Onun dışındakiler bunları atlayıp geçerler. O da kendi tuzağına gelene kadar diğerlerini aşar ve kendi sonuna doğru koşar. Kimse kimsenin tuzağına yakalanmaz ve kimse kimsenin çukuruna düşmez.

Bu açıklama ona yeterli geldi ve şöyle dedi:

“Hatanın başı tuzak

Hatanın sonu hüsran

Hatadan çok çok uzak

Hatada varsa isyan.”

 

Büyük bir hata yaptı, dostunu incitti. Dostunu incitmesi büyük bir hata idi. Bunu küçük bir hata olarak gördü. Bunu küçük bir hata olarak görmesi dostunu incitmesinden daha büyük bir hata oldu. Sonra büyük zannettiği küçük bir hata yaptı ve sonra düşmanını razı etmeye çalıştı. Büyük gördüğü bu küçük hata helakine sebeb oldu. Onu asıl helak eden ise önceden yapıp da küçük gördüğü hatası idi. Gücendirerek dostlarını kaçıranın düşmanlarının elinde helak olması mukadderdir.

Dostuna sırtını dönme. Onu ihmal etme. Geri dönüp baktığında onu bulamayabilirsin.

“Hasaret, hasaret hasadımız hasaret.

İbadet, ibadet adetimiz ibadet.

Hıyanet, hıyanet hayatımız hıyanet.

Adalet, adalet umudumuz adalet.”

İtiraz ettiler:

“Adalet kelimesini sadece hakkınızı istemek maksadıyla kullanıyorsunuz. Halbuki hepimiz suçluyuz. Adalet ise suçluların cezalanmasını gerektirir.”

Zayıf ve kısa boylu biri kendi olayını anlattı: “Ben de düz bir yolda bana gösterilen hedefe doğru bütün gücümle koşuyordum. Bir hayli mesafe kat ettikten sonra karşıma çıkan engeli görünce olduğum yerde durakaldım. Bir adım bile ileriye gidemedim. Bu engeli buraya kim koydu diye bağırmaya başladım. Uzun bir zaman bekledim. Zaman geçtikçe kızgınlığım ve sabırsızlığım artıyordu. Bu engel olmasaydı yolu çoktan tamamlamıştım diye şekva ediyordum. O anda bana şöyle dediler: “Senin imtihanın işte bu engel ve senin görevinde bu engeli aşmak.” Ben ise görevimi unutmuş mütemadiyen bu engele ve bunu buraya koyanlara kızıyordum. Kızarken kendimi burada buldum.”

Onu da şöyle uyardılar: “Engeller her zaman olacak. Böylece başarılı ve başarısız meydana çıksın. Kıymetli ve kıymetsiz, gayretli ve gayretsiz anlaşılsın. Neticede imtihan tahakkuk etsin veya koşudaki birinci ve sonuncu belli olsun. Her zaman başarı, azim ve gayret edenin, bahane ise kaybedenindir.”

Bir diğeri yolculuğunu anlattı. Uzun bir yolculuğa çıkmıştım. Otobüsün penceresinden dışarı baktım. Ormanın ve ağaçların yemyeşil güzelliği beni kendine meftun etti. Orada olmayı, ormandaki kuşlarla, kelebeklerle ve rengarenk çiçeklerle bir arada olmayı o kadar çok arzu ettim ki bunu yanımdaki yolculara söyledim. “Keşke otobüs dursa da beni bu güzel manzaraların ortasına bıraksa.” dedim. Şoför beni duymuş olacak ki otobüs bir anda durdu ve muavin: “Size bir güzellik yapalım, burada inebilirsiniz.” dedi. İnsan ani kararlar verdiği zamanlarda daha çok hata yapıyor galiba. Ben inince otobüs yoluna devam etti. Orada tek başıma kaldım. O güzel manzaraların ortasındaydım. Fakat tek başıma kalmıştım. Şimdi ne yapacaktım? Geceyi nasıl tek başıma geçireceğim? Vahşi hayvanlardan nasıl korunabilirim? Gecenin soğuğundan ve karanlığından kendimi nasıl koruyabilirim? Bu gece benim için kabusa dönüşecek diye düşündüm. İçimi korku ve ürperti aldı. Otobüsün penceresinden baktığım zaman gördüğüm güzellik yerini korku ve dehşete bıraktı. Orman ve yemyeşil ağaçlar beni bekliyordu fakat ben yolun kenarından bir yana kıpırdayamıyordum. Tevahhuşla ağlamaya başladım. “Ağlamak mekan değiştirir.” bilirim. Ağlarken mekanım değişti. Gözümü kapatıp açtım ve kendimi burada buldum.

Sonra sözü, yüzü sivilceli bir adam aldı:

“Benim için hayat anlamını yitirmeye başladı. Herkesin ulaşmak istediği şeyler bana anlamsız ve değersiz görünüyordu. Normal benim için artık anormal olmuştu. Sonunda herkesin kaçtığı ve korktuğu bir adam oldum ve yalnız kaldım. Korkunç olmadığım halde benden kaçtılar. Pis kokmadığım halde benden uzaklaştılar. Soğuk olmadığım halde benden ürktüler. Göç eden kuşlar ve serçeler benden kaçınca alınmam fakat kargalar ve böcekler kaçışınca alınırım. Çünkü ben ne korkuluğum ne de böcek ilacı. Yalnızlık o kadar dayanılmaz bir hal aldı ki sonunda cansız cisimlerle konuşmaya başladım. Taşlarla konuşuyor, onlara imreniyordum. Artık insanlar benden iyice uzaklaşıyordu. Her şeye alışan insan buna da alışıyor. Bir süre sonra onların yanında duyduğum yalnızlığı tek başına kaldığımda duymuyordum. Bedenim yanlarında olsa bile ruhum onlardan çok uzaklardaydı. Bu yüzden, yalnızlıktan daha fazla yalnızlığı, bu insanların arasında iken çekiyordum. Izdırap duyduğum yalnızlık bana zevk vermeye başlamıştı. Bu bir süre böyle devam etti. Sonradan yalnızlıkta bulduğum güzelliği kaybetmeye başladım. Kendimi unutup başka şeylerle meşgul oldum. Oyuncaklar aradım vakit geçirmek için. Bu benim en büyük cinayetim oldu. Kendimi unutarak kendimi öldürdüm. Böylece kötünün ne demek olduğunu gördüm. Kendini unutandır kötü. Sonra da buraya geldim.

 

Yalnızlık bir ödül, yalnızlık bir ceza

Yalnızlık bir saray yalnızlık bir zindan

Yalnızlık yücelere mahsus

Yalnızlık cücelere mahsus

 

Yalnızlık bir tatil ve dinlenme

Yalnızlık bir sürgün ve işkence

Yalnızlık yalnızlıktan kurtulmak için

Yalnızlık kalabalıktan kaçmak için

 

Yalnızlık kaybolma yeri

Yalnızlık buluşma yeri

Yalnızlık ulaşılan son nokta

Yalnızlık kaybedilen ilk nokta

 

Yalnızlık terk etmektir

Yalnızlık terk edilmektir

Yalnızlık yanlışlıktan doğar

Yalnızlık yalınlıktan akar.

 

“Hayatı anlamsız görmekle başlayan maceram burada hayatımın önemsizliği ile sona eriyor.”

Çocuk ona hitaben dedi ki: “Hayatına önem ver. Çünkü sonsuzluğun onun üzerine bina edilecek.”

“Zaman ve ömür bir tünelden geçmek gibidir.

Tünelden mutlaka geçeceksin. Tünelden mutlaka çıkacaksın.”

Adam: “O zaman yaptıklarımın ne önemi var ki.” Dedi.

Çocuk: “Hayır çok önemi var. Bir resim çizsen ve bu resim her gittiğin yerde senin itibarını belirlese, “Böyle olacağını bilseydim, bu resmi daha özenerek çizerdim.” dersin. Dünya hayatındaki yaşayışın, gittiğin yerlerde sana karşı tavırları belirleyen en önemli etken olacak. O zaman diyeceksin ki; “Böyle olacağını bilseydim, bu ömrü, bu hayatı daha değerli görürdüm ve daha dikkatli davranır, daha kaliteli yaşardım.”

Çocuk devam etti konuşmasına: “Bunları düşün, değerli şeyleri değersiz görmekle değersiz duruma düşme.” dedi.

Kıyafeti düzgün zengin bir adam şöyle dedi:

Yeryüzünde varlıklı bir adamdım. Bir gün fakir bir adamın iştahla soğan ekmek yediğini gördü.

Fakir adam bana şöyle dedi:

“Sen herkesin alacağı lezzeti alıyorsun. Ben ise herkesin alamayacağı lezzeti alıyorum aramızdaki fark bu!”

Onu hakir gördüm. Kendisini ve sözünü küçümsedim. Sonra göz açıp kapayana kadar bir zaman içinde buraya indim.

Şişman bir adam söze karıştı:

“En sevdiğim şey çok yemek, çok uyumak ve bol bol konuşmak. Ben kendimi bildiğimden beri buradayım.”

Ona kimse cevap vermedi. Bir sessizlik oldu.

Orada sessizce kendi halinde duran mavi gözlü adama: “Sen de konuşsana” Dediler. O’da şöyle dedi: “Benim çok güzel ve geniş bir hayal alemim vardı. Bu hayal dünyamda aradığım her şeyi bulabiliyordum. Hayal gerçekten mutlu eder insanı. Hayalimdeki arabanın lastiği patlamaz. Hayalimdeki evin camı kırılmaz. Komşusu eziyet etmez. Hayalimdeki bahçenin ağaçları çürümez, çiçekleri solmaz. Dünyada olan her şey orada vardı. Olmayan tek şey yer altı dünyası idi. Yer altını daha önce hiç düşünmedim ve hayal etmedim. Bu mekanı buraya düşünce tanıdım. Artık hayal kurmuyorum. Beklemekteyim. Eğer bir ışık görürsem o zaman tekrar hayal kurmaya başlarım. Çünkü kurulan hayallerin bile bir temeli ve bir dayanağı olması lazım.”

“Peki seni buraya düşüren nedir?” Diye sordular.

“Hayallerim zamanla alçalmaya başladı. Daha basit ve değersiz şeyleri hayal ettim ve istedim. O zaman da hayal etmediğim şeylerle ve burası ile tanıştım.”

Yüzü derin çizgilerle dolu ve düşünceli tavırları olan bir adam söze karıştı: “Ben ileride başıma gelecek sıkıntılı günleri önceden tahmin ettim. Sıkıntılı günlerim o zaman başladı. Musibet gelmeden korkusu beni eritti.” Kalabalıktan bir ses: “Sen dövülmeden ağlamaya başlamışsın.”

“Sabah uyanınca yatağın üstünde olmam gerekirken kendimi yatağın altında buldum. Bütün çabalarıma rağmen oradan çıkamıyordum. Bağırmak istedim ama sesim çıkmadı. Herkes beni kayboldu zannediyordu. Halbuki ben ailemin sesini işitiyordum. “Şimdi kim bilir nerededir?” diyorlardı. Fakat nedense eğilip yatağın altına bakmak kimsenin aklına gelmiyordu. Var olduğum halde yok sayılmak! Bir insan için çok kötü bir durum! Bayağı bir sıkıntı çektim. Bağırmak için çok defa çaba sarf ettim. Fakat bir türlü sesimi duyuramadım. Sonunda bir tünelden kayarak buraya kadar indim.”

Tartışmalar ve konuşmalar devam ederken pişmanlık içinde olan iki adam kalabalığa karşı şöyle hitap ettiler:

Birinci adam: “Söylemem gerekenleri söyleyemediğim için buradayım.”

İkinci adam: “Ben de söylememem gerekenleri söylediğim için buradayım.”

Birinci adam: “Söylemem gerekenleri söyleyecek cesareti ve kuvveti kendimde bulamadım.”

İkinci adam: “Ben de söylememem gereken şeyleri söylememek için kendimle mücadele edecek kuvveti bulamadım.”

Kalabalık içinde tartışma başladı. Bir kısmı birinci adamı, diğer bir kısmı ikinci adamı daha aciz buldular.

Kalabalığın sesi kesilince içlerinden biri şöyle dedi:

“Konuşması gerekirken susan adam daha güçsüz. Konuşmaması gerekirken konuşan adam ise daha ahmak ve daha saldırgandır.

Tartışmaları ve konuşmaları dinlerken yanındaki çocuğa baktı. Onunla göz göze geldiler. Birbirlerine tebessüm ettiler. Sıcak bakışları yer altında bile birbirlerini ısıtmaya yeterli oldu ve ünsiyet içinde kaldılar. Çocuk onu kendine önder olarak görüyordu. Bakışlarıyla bunu belli ediyordu.

Kalabalığın tartışmaları devam ederken İkinci adam onun yanına gelip görmemiş gibi yaparak ayağına bastı. Buna rağmen O hiç ses çıkarmadı. Bir süre öylece bekledi. Çocuk Ona dedi ki: “O hep senin ayağına bastığı halde sen hiç ayağını çekmiyorsun neden?”

“Belki ayağıma bastığının farkında değil. Ayağımı çekersem bastığının farkına varıp mahcup olur diye endişe ediyorum.”

İkinci adam bu sözden cesaret alıp ayağını daha çok bastırıp sağa sola doğru çevirmeye başladı. Bilerek bastığını belli etmek için üzerine doğru eğiliyor, bir taraftan da “Ayağımın altında ne işin var.” diyordu. O ise hiç ses çıkarmadı. Sadece adamın gözlerine baktı.

Yanındaki çocuk mütecaviz adama kızarak: “Kibarlığı ve inceliği ahmaklık zanneden kaba ve düşüncesiz bir adamsın sen. Kabalığın ve katılığın seni ahmaklaştırmakla kalmamış herkesi itham edecek derecede saldırganlaştırmış aynı zamanda. Senin bu ibretlik halini ibretle seyrediyorum.” dedi.

Çocuk adama dönüp sordu: “Bu durum zillet mi rıza mı?” Çocuğa cevap verdi: “Rızanın olduğu yerde zillet barınamaz.”

Çocuk: “Burası sesini yükseltenlerin kazandığı, kısanların ise kaybettiği bir yer. O halde bağır bütün kuvvetinle!” dedi.

O ise seslerini kısanların kazandığı, bağıranların kaybettiği bir yer arıyordu. Güçlünün değil, haklının kazandığı bir yer.

Gökyüzüne bakmak istedi fakat bakamadı. Çünkü orada gökyüzü yoktu.

Başını önüne doğru eğdi, gökten daha değerli bir yere çevirdi gözünü. Bakışlarını kalbinin üzerine getirip yalvarmaya başladı:

-Güçsüzlüğümüz yüzünden tükendiğimiz zamanlarda kudretin imdadımıza yetişsin.

-Küçüklüğümüz yüzünden tükendiğimiz zamanlarda büyüklüğün imdadımıza yetişsin.

-Hakirliğimiz yüzünden tükendiğimiz zamanlarda yüceliğin imdadımıza yetişsin.

-Fakirliğimiz yüzünden tükendiğimiz zamanlarda zenginliğin imdadımıza yetişsin.

-Kusurlarımız yüzünden tükendiğimiz zamanlarda kemalin imdadımıza yetişsin.

-Günahlarımız yüzünden tükendiğimiz zamanlarda merhametin imdadımıza yetişsin.

-Liyakatsizliğimiz yüzünden tükendiğimiz zamanlarda cömertliğin imdadımıza yetişsin.

-Hatalarımız yüzünden daraldığımız zamanlarda vüs’at-i rahmetin imdadımıza yetişsin. Ya Vasi!

Birisi dedi ki: “Sen yer altında şu çocuk hariç insanların sevmediği birisin.”

“Yer altında, kötülüklerin çoğaldığı yerde sevilmeyen biri olduğum için kendimle iftihar ediyorum.”

Adamın ayağı hala O’nun ayağının üzerinde idi. Hırsını alamadığı için daha çok bastırıyor ve aptal diye bağırıyordu. Sonunda ayağına basmakla yetinmeyip sırtına bir yumruk attı. Yumruğun etkisiyle yere düşer gibi sendeledi ve kendini yeryüzünde buldu. Yerüstüne çıkınca arkasından şöyle dediler: “Ayağının çekilmesiyle düştü ve ayağına basılmasıyla çıktı.” Halbuki, O kendisini yer altına düşüren ve yeryüzüne çıkaran şeyin çekilmesi veya itilmesi olmadığını çok iyi biliyordu. Hadiseler karşısındaki duruşu ve çevresine olan tavırları ile düştü ve çıktı. Artık bunları anlayabiliyordu ve mutlu idi. Yer altında ondan hiç eksik olmayan kanaat ve rızası ile başına gelen olumsuzluklar karşısında ef’al ve ahvalini değiştirmediği gibi kurtuluşu ve sevinci dahi onu asla değiştirmedi. Çünkü o ahvalini her zaman muhafaza etti. Hep tevekkül vaziyetinde kaldı. Lütuf ile kahrı bir görmenin ne demek olduğunu biliyordu. Yer altına doğru bakıp şöyle dedi: “Ey yer altı dünyası seni asla aramayacağım. Anne rahmini aramadığım gibi. Ey yer altı dünyasının insanları sizleri hiçbir zaman özlemeyeceğim. Çirkinlikleri ve kötülükleri özlemediğim gibi.”

Kollarını iki tarafa açıp, başını yukarı doğru kaldırarak gerildi. “Yer altından kurtulmak çok güzel, yeryüzü ne kadar genişmiş.” dedi. Sonra biraz ileride gördüğü yüksek bir tepeye yöneldi. Koşmaya başladı. Tepenin zirvesine kadar çıktığında nefes nefese kalmıştı. Bütün bir şehir ayaklarının altında görünüyordu. Bu manzarayı doyasıya seyretti. “Uzaktan bakınca şehir avucum kadar görünüyor. Binalar, evler bir parmak darbesiyle devrilecek gibi geliyor.” Dedi. Yüzük parmağının ucundaki etli kısmı şehrin uzak bir yerindeki dev binanın çatısına değdirmeye çalıştı. Fakat muvaffak olamadı. Yerden çok küçük bir kum tanesi aldı. İki parmağı arasında tuttu. Kum tanesinin kocaman bir kaya olacağını zannetti. Ama yine yanıldı. Yer altından kurtulunca bütün kanun ve kurallardan kurtulacağını ve sonsuz bir özgürlüğe kavuşacağını zannediyordu. Yeryüzü ile gökyüzünün ötesini birbirine karıştırdığını sonradan fark etti. Kanunlara tabi maddi bir dünyaya geldiğini unutmuş gibiydi. Sonradan hatırladı.

Başını kaldırıp göğe baktı, uzun bir süre göğün masmavi derinliğine bakarak maviliğin arkasında kalan çok uzak yerleri ve çok geniş mekanları düşündü.

Ve ağzından şu kelimeler döküldü:

“Büyük hazlar, büyük sevinçler musibet oltasındaki yem. Lezzet müjdeleri, sevinç çığlıkları, keyifle atılan kahkahalar, daha fazla haz alma talepleri ve sonunda mutsuzluk, daralma ve ızdırap. İşte bunlar ahmakların işleri. Akıllı insan oltaya yem olmaz, oltadaki yeme takılmaz. Küçük sevinçlere talip olalım. Çünkü sen dünya kadar değilsin, dünyada kendin kadarsın. O halde dünya mutluluğunu küçük sevinçler içinde ara. Buna ancak kanaat ve rıza ile ulaşabilirsin. Ve onun arkasında duran, bütün ihtişamıyla ve inşirahlarıyla ve huzuruyla ve saadetleriyle görünen vüs’at! Bunun ardından rahmetin tecessüm ettiği cennet ve cennetten sonsuzluğa kavuşmak. Bunların hepsine sebep, evet gerçekten bunların hepsine sebep olan kanaat ve rızanın arkasında saklı vüs’at ve Vasi tecellisi. İşte sır bu.”

“Aradığını kanaat ve rızada buldu. Darlaşan yer altı insanlarının nefret ettiği bu iki kelime ile kurtuldu. Onlar pis adamın sudan tiksindiği gibi tiksinti duyarlardı bu iki kelimeden. İşittikleri anda ifadeleri değişir, yüzleri buruşurdu. Ağızlarını eğip yanaklarını şişirerek itiraz ederler, bağıra bağıra konuşurken ağızlarından tükürükler saçılır ve yüzlerinde nefret ifadeleri belirirdi.”

O ise hazine bulmuş gibi sevindi ve şöyle dedi: “Onlara o kadar uzak bize ne kadar yakın. Darlık ve genişlik kadar fark var aramızda. İtiraz ve isyanı onlara bıraktım. Daraldıkları kadar bağırsınlar. Ezildikçe daralsınlar ve daraldıkça ezilsinler. Kanaata kanaat ettim, rızaya razı oldum.”

 Olağan bir günde olağan bir yerde olağan insanların arasında gezerken olağanüstü bir yerde olağanüstü bir sır yakaladı. Herkesin bildiği iki kelime içinde kimsenin bilmediği gerçekleri gördü ve o gerçeklere nasıl ulaşacağını anladı.

Aradan geçen onca yıla rağmen yer altında yaşadıklarını hiç unutmadı. Yıllar sonra yine aynı sokakta yürüyordu. İleride yolun kenarındaki mazgal dikkatini çekti. Ona doğru yaklaşıyordu. Bir an durup geri dönmeyi ve kaçmayı düşündü. “Yolumu asla değiştirmem ve istikametimi bozmam” diyerek kararlıca mazgala doğru yürüdü. Üstünden adımını attı. Yere bakmadı. Yürümesine devam etti. Yerden ona uzanan hiçbir şey yoktu. Yüzünde bir tebessüm belirdi. Herkesin görebileceği şekilde gözlerinden mutluluğu okunuyordu.

(2003)

(Yol isimli kitaptan alınmıştır.)

Yazar : Abdullah ÖZTÜRK

1963 miladi ve 1383 hicri senesinde, Ankara’da dünyaya geldi.
Gazi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümünden mezun oldu.
Memleketi Şeyh Ali Semerkandi Hazretlerinin yaşadığı ve medfun olduğu Şeyhler beldesidir.
Huccet, Hulasa, Fıkhul Kebir, Fıkhul Evsat, Fıkhul Asgar, Hıristiyanlara Mektuplar, Yol, Bir Şahıs Bir Olay, Cevher İnci Altın, Suristan, Kalbimin Aydınlığı 40 Hadis, isimli eserlerin yazarı, halen ilmi araştırmalarını devam ettirmektedir.

Web Sitesi
Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Dinimizde Kedi ve Kedi Beslemek

Kedilerin İslâm’daki yeri, necis ve nankör olup olmadıkları hakkındaki hadis-i şerifler, evde beslemenin hükmü, Ebu …

Kapat