Yokuştu ama şehrahtı, bazen de diken setleriyle, çalı barikatlarıyla kapalıydı, kesik ve aşılamaz geliyordu insana. Devrik çam gövdeleri tel örgülerden beter…
Acayip sivrilikte taşlarla iri kayalar mı? Onlar da cabasıdır.
Bütün bunlara kulak asan bile yok, ama… İşin içinde “karanlığa kalmak” da var!
Bu yüzden yürümeli, hep yürümelisin; bıkıp usanmadan, ısrarla.
Adım ayarlayıcılar ile Bezirgânlar – “Dümdar” ya da “Pişdar”– sizlere bakmakta.
Dikkatini hedefine vererek yürümene titizlen sadece, bütün “hissiyat”ını yalnızca onda topla.
Başını dimdik, zihin ve idrâkini hep dinç, yüreğini perk tut daima…
Zira…
“Karanlığa kalmak da var!”
Ümitsizlik dikenleri ayağına batmasın hiç. Hırs denen polat barikat kalbine ayak bile basmasın.
Yeter ki yoluna git sen. “Karanlığa kalıp kalmama” endişesi bile soluğunu kesmesin.
Yan tarafında, “derin dere”ye inen bir uçurum mu varmış?..
“Varsa, vardır!”
Yabani çalıların dikenleri “müfarakattan” -ayrılıktan- ellerine mi takılırmış.
“Ne olacak ki. Takılır elbet.”
Çam gövdeleri yolunun önüne bir eşkıya heybetiyle dikilip hızını da azaltabilir pekâla.
“Takdir, başa gelene sabır…”
Ne doğru; hepsi de takdir, hikmetin tecellisi. Ama gene de…
Bütün bunlar olmasaydı eğer “yürüyüş”ünün kıymetini kimler -ve niçin- bir “nisbet” emâresi diye yüreğine işleyecekti sahi? Yok bunun tam tersi, dikensiz bir gül bahçesi arzuluyor idiysen, ayağına demir çarığı çekip, eline demir asanı almasan, daha iyiydi.
Hiç olmazsa “Pişdar”lık dâvasına gönül vermiş erlerin yanında, mâzur görülür, anlaşılırdın!
“Ama mecbur bırakıldım. Başka şans tanınsaydı bana…”
Öyleyse bu şikayetlerin ne; sürü sepet sitem ederek tomarla iş yapma pozların?.. Ne gerek var bunlara?
“Bir ihtimal, vardır belki de!..”
Öyle “buyuruyorsan”, eh, gıkımız bile çıkmaz buna. Hem bize düşen neyse, bir hâl yoluna girdirilir; başa gelen çekilir.
Bütün bunlara rağmen yürümene bir ara verirsen, paçalarına saldıran “çalı dikenleri” ile “gubar”ı temizleyemezsen eğer, hep birlikte, kolkola…
“İttihad-ı hakikî” içinde olduğumuzu sandığımızda o da…
“Karanlığa kalma” ihtimali her vakit zinde…
***
Bak, nicedir oradalar; nasıl da par par yanmadalar.
Işık topunun dağlar ardına sığınacak bir zaman aralığı bulması bile, öylesi “ kudsi çiçeklere zemin ihzarı” kavgasının en son, belki de en cılız, ama akıbet hazırlayıcısı, gülzârı…
“Buradan… Bizden önce geçenler de olmuş elbet!”
Tersi görünseydi eğer, bu “derin dere”ye kavisli kaygan yolu bile bulamaz, bir “kel” yamaçta olurdun ki… O da nereye, nasıl ve ne ile gideceğini; niçin ve neden sahip olacağını bile anlamadan.
Ne aynısı, ne de gayrısı izleri, ayak vuruşlarının şiddetleriyle inşâ ederek kuranları ve en son da “O’nu” tanıyamamış olsaydın belki, sana hiç bir yol geçit vermez, kalakalırdın.
“O zaman…”
Pek haklısın birader, “karanlığa kalma” revaçta şimdi. Karanlıkta sağlam kalma zaferine bile pek çok müşkülü yaşadıktan sonra ancak sahip olabilirdin, değil mi?
“O zaman…”
Onları mânen takip edişinin şeref ifadesi olan sürüyle mâniayı bile göremezdin. Dereye doğru kayar giderdin!
“Hatt-ı muvasala”yı temin mi etmek? Git azizim, git! Bırak düşünmeyi, niyet bile edemezdin.
Cücelikler yığılırdı başına, “Yed-i beyza”yı gözlerken hem de.
“Gözyaşlarını silme” işine muhatap olayım derken, “Dipsiz kuyu”ların merkezine iner de haberin bile olmazdı!
“O vakit bu yolu ben açmış sayılmaz mıydım?”
Buna sükût imkânsız; usûlünce, müspet ve “şe’ni kerim” bir hisle davranmak gerek.
Sebebi mi? Diyeyim.
Kör akılla taş atmak kuyulara, içlerini doldurmak nasıl bir hamakat ise, eğri ağacın gölgesinin birdenbire dümdüz olacağı zehabı da işte öylesi bir bakar körlüktür.
“Müştebih ağaç”ları gösteren meyveleriyse eğer, “ayakta gezen ölü” pozlarını çıkarıp at üzerinden.
“Gaddarâne” vaziyetlerin mihrakında olmadığından ne ölçüde eminsin?
***
Bu yolu perk basışlarıyla açanlara ihtiyacın var senin, onların “dümdâr”lığına elbet muhtaçsın.
“Efrâdı milyonları bulan…” kitlelerle tek başına mı kalmak; iki büyük, “âzâm” vazife varken hem de?..
“Karanlığa kalma”nın en zâlimi -işte- bu yalnızlık, bu gariplik.
Hele zifirîlikler basmayagörsün bir, gri aydınlık siyaha kesmeye görsün; avucunu, “yed-i beyza”nı yırtan bin bir çalı ile nice çam dalı, gecenin böğründe birbirine yaslanmaya görsün, nura ve “Pişdar”a olan ihtiyacını tam hissedersin.
İdrâk zirvesi de orası, basiret nuru da…
“Öyle ya; o izlerden yürümezsem, işin içinde karanlığa kalmak da var.”
Nihayet hizaya gel böyle.
Var elbette; o da öylesine var ki…
Ondandır ki uçurumun dikliğine, yolun ikide bir sert dönemeç almasına, ona veya buna hiç aldırmadan, çalıların “elini yırtmasına” kulak bile asmadan, ışık topunun dağlar ardına -veya sipere- sinmesinden endişe etmeden, kaygan mı kaygan topraklı yolun “kesek”lerinden nem kapmadan, gövdelerin çok yüzlülüğünü ve hiçbir hilesini umursamadan, “hakikat-ı mutlaka”ya olan ihtiyacını çoğaltan bir idrâkle yürümelisin hep; “maskeli balo masalı”na hiç dalmadan ve aldanmadan.
Silkelemesin “an”ı, “hâl-i hazır”ı; kendini ve haddini bilerek yürümeli, yürümelisin.
Karanlığa kalmayacağından emin olmak isteyen o kadar fazla insan var ki…
Sen kendini yolsuz yordamsız mı bilmektesin; veya “tek” mi?..
- Cemaat Değil Cemaattan Yana Olmak - 19 Eylül 2024
- Müzeden Ayasofya-yı Kebir’e… - 12 Eylül 2024
- Romancı Olmak – Olmamak – Olamamak - 25 Ağustos 2024
- Vâizler Neden “Etkisiz Eleman”? - 22 Ağustos 2024
- Nur Üstad ve Abdülhamid Meselesi - 11 Ağustos 2024
- Bahardan Sonra Yaz (Öykü) - 5 Ağustos 2024
- Sahabe Bir Sıfat; Hataları İse Ferdidir. - 4 Ağustos 2024
- İsmail Tohumu Fidana, Ardından Ağaca Duracaktır. - 31 Temmuz 2024
- Bazı Dikkatler-2 - 30 Temmuz 2024
- Adem-i Îtimat Meselesi - 29 Temmuz 2024