Yusuf Toprak Ağabey

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Kastamonu Risâle-i Nur Talebelerinden Yusuf TOPRAK 

Not: Merhum Yusuf Toprak ağabeyi daha iyi tanımak için oğlu Sabri Toprak ile Abdülkadir Badıllı Ağabeyin alttaki mülâkatını okumanızı bilhassa tavsiye ederiz. 

Siirt’in, Kurtalan ilçesine bağlı Garzan’da dünyaya gelen Yusuf Toprak, burada idadi ve medrese tahsili görmüştür. Bir müddet Garzan PTT Müdürlüğü görevini de yapan Yusuf Toprak Garzan’a, Belediye Reisi olarak da hizmet etmiştir.

Kastamonu’daki sürgün hayatı, 1941 yılında çıkan af ile sona eren Yusuf Toprak memleketi Siirt’e döner. 12 Şubat 1964 yılında vefat eden Yusuf Toprak’a, Allah’tan rahmet dileriz.

Barla Lahikasında bir mektubu bulunan Yusuf Toprak, “Çok nüfuzlu şahıstır, bölgede kalması tehlikelidir” raporu ile Kastamonu’ya sürgün edilmiştir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Kastamonu hayatı talebeleri içinde yer alan Yusuf Toprak’ın Üstad Hazretlerine yazdığı mektubu: 

(Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir şakirdi olan Yusuf’un bir fıkrasıdır.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ وَ بِهٖ نَسْتَعٖينُ

Rahîm, Rauf ve Zü’l-Minen hazretlerinin inayet ve lütuflarından olarak tövbe ve istiğfar gibi kullarına ihda eylediği miftah-ı kerem ve ihsana, çok günahkâr ve terbiyesiz olan ben sefil Yusuf Toprak, bütün fezayıh ve i’tisaflarıma rağmen, tevessül ettikçe bana fazlından verdiği mazhariyetin kıymetini takdir etmek, ona şükür eylemek şöyle dursun, bilakis küfran-ı nimet, defaatle nakz-ı ahd, irtikâb-ı kizb ve hıyanet eylediğim için derin kasavete, kesif zulmete, müthiş dalalete (hakkıyla) maruz kalan kalbimin, ruhumun aldığı müzmin ve münkis yarayı tedavi çaresini taharri yolunda aklımı, zevkimi kaybetmiş, âdeta çılgın bir hale girmiştim.

Başvurduğum her tabib-i manevîden aldığım ilaçlar; yaramı tedaviye, aklımı iknaya, lehfemi iskâta kâfi gelmedi. Bizzarure قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذٖينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ âyet-i celilesinin mefhumuna tevessülen, me’luf olduğum denâetlerden mütehassıl koyu lekeleri kal’ ve tathire ve tarîk-ı Hak’ta sebata muîn olacak bir rehberi ararken, ortada hiçbir sebeb-i zahirî olmadığı halde, memleketimden Kastamonu’ya nefyim şüphesiz, nefsime giran gelmiş ve hattâ yeis ve teessüre kapılmıştım. Bilmiyordum ki bu nefyim ile

وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ ۞

فَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللّٰهُ فٖيهِ خَيْرًا كَثٖيرًا

âyetlerinin sırrına mazhar edecek ve iltiyamı ümit ve imkânsız gördüğüm manevî yaralarımın tedavisine muktedir doktorların ve yanlarındaki kuvvetli mualecenin eserini, varlığını ve ism-i Hay ve Hakîm’in cilvesini şefkaten göstermek suretiyle, bana minnet üstünde minnet-i uhrevî yapmak içindir. Bu mülevves ahlâkımla ben neciyim ki bu ihsan-ı azîme nâil olayım diye şaştım. Fakat lehü’l-hamdü ve’l-minne مَنْ طَلَبَنٖى وَجَدَنٖى ۞ وَكَانَ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَحٖيمًا ۞ يَجِدِ اللّٰهَ غَفُورًا رَحٖيمًا gibi işarat-ı celile hatırıma gelmekle, bir derece müteselli oldum.

Ey yaramın doktoru! Ve ey dalalet uçurumunda yuvarlanan ruhumun halâskârı! Ve ey İlahî ve kudsî yolların rehberi!

Evvelden hiç muarefemiz yokken seni kale üstünde ilk ve tesadüfen gördüğümde “Dalaletten halâsın, Allah’ın rahmetine vusulün en kısa yolu var mı?” diye sordum. “Çok kısa bir çare-i Kur’aniye vardır.” diye buyurdunuz. Fakat dalaletim, gafletim, enaniyetim itibarıyla bu kısa ve merdane cevaptaki hikmet-i azîme, nebean-ı rahmete dikkat etmedim. Ruhuma ihanet ederek aldırmadım. Ve felaket-i maneviyede bir müddet daha kalmış oldum.

Vaktâ ki Risale-i Nur hattâ enhar-ı Nur demesine şayeste olan mektuplardan, yine tesadüfen elime geçen bir nüshayı görünce ve münderecatındaki hakaike dalınca, inayet-i Rabbanî, mu’cizat-ı Kur’anî, himemat-ı Sübhanî, keramat-ı ruhanî eseri olmalıdır ki kasî kalbime, âsi ruhuma, gafil aklıma, mağrur vicdanıma, sakîm düşünceme “tâk” diye bir tokmak vuruldu. Bir intibah halkası takıldı. Hemen düşündüm. Ulemanın midad-ı aklâmı, şühedanın kanından mübecceldir ve

اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الْاَنْبِيَاءِ ۞ عُلَمَاءُ اُمَّتٖى كَاَنْبِيَاءِ بَنٖى اِسْرَائٖيلَ

gibi hadîsler ile Hazret-i İsa’nın (as) Havariyyun’a, Hazret-i Muhammed’in (asm) Ensar’a tekliflerini ve onların icabetini hatırladım.

Âdeta fetret devri denmeye seza olan bu zamanda, irsiyet-i nübüvvet makamında, i’lâ-yı kelimetullah uğrunda maddeten uğraşan, seyl-i dalaletle kapanmış olan râh-ı Hakk’a çığır açan bir recül-ü fedakâra iltihak ve muavenet etmek ve bu vesile ile fırsatı ganimet bilerek, zulümattan nura mazhar olmak lüzumunu his ve intikal ettim. Pek âdi bir mahluk olduğum ve kalbime müstevli, ağır dalalet darbesi, kalın perdesi altında hasta bulunduğum için fazileti, maneviyatı anlamam. Zira fazileti takdir edebilmek, fazileti bilmekle mümkündür.

Yalnız bunca mesavî ve mütereddid hareketlerimle huzur-u sâmîlerine lütfen kabulümde, yüksek ruhunuzdan yağan samimi şefkat, hakiki re’fet, halîmane iltifat, kerîmane hüsn-ü kabulünüz beni birtakım ümitlere, ihtiyarsız muhabbetlere sevk ve büyük sürurlara gark etti. Ancak Allah’ın en âciz, en aşağı, en günahkâr, en zalim bir mahlukunu arkadaşlığına kabul ve tahammül eden bir şahsiyet, alelâde olamayıp kuvvetli püştibana, fütur götürmez bir mesnede mâlik olmak lâzım geldiğini teyakkun edebildim.

وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَسٖيلَةَ وَجَاهِدُوا فٖى سَبٖيلِهٖ ۞ وَ حَسُنَ اُولٰٓئِكَ رَفٖيقًا

Riyakârlık olmasın, selim fikrinizden, ciddi tavrınızdan, Kur’an’a ittiba ve temessük yolundaki doğru irşadınızdan, hakiki sözlerinizden, samimi telkininizden, umumî hayırhah hissiyatınızdan kalbime, mecruh ruhuma uzanan tîg-i şifa, neşter-i ümidin tesiriyle dilşâd ve mutmain oldum. Türlü türlü evhamın açtıkları menfezlerden rahnedar kalan ruhuma tamam ve muvafık buldum. Zira

وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ مَعَهُ ۞ وَالَّذٖينَ يُمَسِّكوُنَ بِالْكِتَابِ ۞ وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا ۞ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِىَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ ۞ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى ۞ وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ ۞ هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَ هُدًى وَ مَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّقٖينَ ۞ تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ ۞ قَدْ جَٓاءَكُمْ مِنَ اللّٰهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبٖينٌ ۞ وَاَنَّ هٰذَا صِرَاطٖى مُسْتَقٖيمًا ۞ مَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلَامِ

vesaire gibi hakikatler dimağıma yerleşti.

Elbette bu keyfiyet bana hacc-ı ekber, râh-ı saadet, ömr-ü ebed, tayr-ı devlet, enfal-i ganimet sebebi olunca, sürurumdan ne kadar kabarsam ve siz halâskâr ve hekîm-i derdime ne kadar teşekkür ve izhar-ı mahmidet eylesem hakkım olmaz mı?

İşte bu vesiledir ki beni Kur’an dellâlının, Risale-i Nur müellifinin şakirdliğine tahsis ve kabul ettirmek gibi azîm lütuflarına mazhar kılan Rabb-i Rahîm’ime karşı, dünyada kaldığım ve imkân bulduğum müddetçe kalemimi, hayatımı bu uğurda istimal etmeye söz ve karar verdirdi.

Fazlaca söz söylemeye salahiyetim ve o mertebeye istihkakım olmadığından şimdilik kısa kesiyorum. Hizmetiniz umumî ve müessir, âmâliniz muvaffak, himmetiniz âlî ve daim, emeğiniz makbul, sa’yiniz meşkûr, hayatınız mesud, ömrünüz efzûn, sıhhatiniz mahfuz olsun. Sonsuz minnettarlığımın kabulünü, manevî himmet ve teveccühünüzün devamını rica eder, nur ile meşgul nurlu ellerinizi öperim, Efendimiz, Büyüğümüz. (15 Şubat 1359)

Talebe namzedi, sefil Yusuf Toprak

***

Merhum Abdulkadir Badıllı Ağabeyin (rha) Kaleminden… 

YUSUF TOPRAK 

Ve Ceberût devrinin zulüm ve zorbalıklarından bir nümûne!

Kastamonu’da Hz. Üstad Bediüzzaman’la görüşen ve ona hitaben gayet edîbâne bir eda ile yazdığı çok mühim bir mektubu “Kastamonu Lahikası” kitabında dercedilen, ama şu anda Barla Lahikası’nın sonlarında yer alan Yusuf Toprak merhum kimdir, necidir, nereledir, niçin sürgüne yollanmıştır?!.

Bu fakir şahsen hayli uzun zamandır bunu arıyor ve araştırıyordum. Nihayet merhumun hayatta olan 83 yaşında, ama mantık ve muhakemesi dinç ve genç oğlu Sabri Toprak beyle tanışma ve buluşma fırsatını yakaladık.. ve aşağıdaki suallerimizi sorduk:

1-Aslınız nerelidir? 

2-Niçin sürgüne yolandınız? 

3-Hangi tarihte sürgüne yollandınız? 

4-Sürgünde iken Bediüzzaman hazretleri ile nasıl tanıştınız? 

5-Sürgünlüğünüz ne zaman sona erdi de memlekete döndünüz? 

6-Pederiniz rahmetli Yusuf Toprak beyin vefatı ne zaman ve nerede vuku’ buldu? 
Muhterem Sabri Toprak bey, suallerimizi tek tek ve kesik kesik değil, meseleyi baştan alıp sona götürmek suretiyle ve tarih kronolojisi vaziyetiyle ele alarak cevapladı. Önce şifahî ve sonra yazı ile şöyle ifade buyurdular: 

Asıl soyumuz; İstanbul’un fethi sırasında, vezir-i azam Candaroğullarından Kara Halil Paşa’nın soyundan geldiğimizi söylerler. Bu soydan gelen babamın dedesi İsa Efendidir. Osmanlı’nın ahirlerinde, şimdi Irak’ta kalmış olan Zaho’ya mutasarrıf olarak tayin edilmiştir. Bugün Siirt’e bağlı olan Eruh kazası o günü Zaho’ya bağlıdır. Eruh’un Nivilan köyündeki geniş otlak meraların dağlarındaki tek su kaynağına hâkim bir tepede bir kale inşa ettirmiş, halen sapasağlam ayakta duran bu kaleye “İsa Efendi Kalesi” denilmektedir. İsa efendi bu kaleyi yazlık olarak kullanırmış, bilahare ailesinin bir bölümünü buraya yerleştirmiştir. Aynı zamanda, buralara bağlı dağların meralarında büyük koyun sürülerini otlatan kimselerden devlete ait vergileri de tahsil etmektedir. 

Zaman geçmiş, mutassarıf İsa Efendinin oğlu, babamın da babası Halil Efendi, memuriyet ve tahsil sebebiyle, o günü Siirt kazalarından en işlek ve çok hareketli olan Garzan’a yerleşmiştir. Bilahare demiryolu inşaatı ve son istasyon olarak inşa edilen “Kurtalan” mevkii kaza merkezi yapılmış ve buraya taşınmıştır. Garzan mevkii, Kurtalan’a 25 km. mesafededir. 

Ailemiz Garzan’da iken babam Yusuf Toprak burada idadi ve ayrıca da medrese tahsilini gördükten sonra, bir müddet Hazro ve Garzan’da PTT müdürlüğü yapmış, daha sonra babam memuriyetten ayrılarak bir süre dava vekilliği yanında ticaretle de uğraşmış, daha sonra bir ara Garzan kazasının Belediye reisliğini de deruhte etmiştir. Babamın babası Halil Efendi bölgede kendi parasıyla hayli geniş toprakları satın almış ve çocuklarına bırakmıştır.
Babamın Dava vekilliği ve Belediye reisliği yaptığı sıralarda, etraftaki aşiretlerin davalarını ve hükümetle olan münasebetlerini üstlendiği için, hem hükümet tarafından hem ahali canibinden takdirler toplamış olmasından bölgede saygın bir hüviyet elde etmiştir. 

Sene 1935[1], o günlerde Siirt vilayeti mıntıkasında katl-kıtal yapmış, eşkıyalık içinde bir hayli gasp ve garetler icra etmiş 40’tan fazla adamlar, o günlerde Fransızın işgalinde olan Suriye’ye kaçmışlardı. Bu eşkiyalar zaman zaman geceleyin Türkiye’ye sızarak yeni yeni eşkıyalıklar yapıyorlarmış. Valilik Jandarma ve hükümet kuvvetleri bu eşkıyaları durduramıyorlarmış. O sıra, Bursa’nın bir kazasında kaymakamlık yapmakta olan İzzettin Çağpar isimli becerikli bir zat, Siirt valiliğine atanır. Bu zat,önce Ankara dahiliye vekaletine gelir. Burada, yeni Siirt valisi İzzettin Çağpar beye her türlü salahiyet verilir. Suriye’deki Fransız işgalci kuvvetiyle destekli o eşkıyaları def’etme hususunda askeri, mülki ve idari tüm tedbirleri almaya yetkilisin şeklinde talimatlar verilir.

Yeni Vali İzzettin bey Siirt’e gelir gelmez, şehirde ve civarda bir çok kimselerle temasa geçip bilgiler almış. Bilhassa Siirt fırka komutanı Kemal Balıkesir, Vali beyin babamla bu meseleyi konuşmasını tavsiye eyler. Vali bey de telefonla babamı Siirt merkezine çağırır. Babam valilik makam odasına gittiğinde, kapı önünde görüşme sırasını bekleyen kuyruğu görünce, valilik özel kalem müdürüne gider der ki; görüşmem için sıra beklemem gerekecek mi? Vali beye haber ulaşır ulaşmaz, hemen babam makam odasına alınmış, bekleyenlere de yarın gelmeleri bildirilmiş ve kapı kapatılarak, başkaların içeriye alınmama talimatı verilmiştir.

Vali bey babama meseleyi detaylıca anlatır. Bu şerr şebekesinin def’i hususunda nelerin yapılmasının, hangi çarelere başvurulmasının daha uygun ve daha kolay olacağını istişare ile fikir teatisinde bulunmuş.

Babam der ki: Bu şekáveti def’etmek için, Suriye’deki yerlerini tespit edip bir baskın ile ortadan kaldırma işi, -bana sorarsanız- hem çok zaman alır, hem de büyük zorluklara sebebe olur. Kanaatımca hükümetimiz tarafından o eşkıyalara özel bir af çıkarılırsa, teslim olmalarını temin etmek en kolay yoldur. 

Vali bey, babamın bu fikrini uygun ve makul karşılamıştır. Bu hususta, Suriye’deki o eşkıya şahıslarla temas kuracak ve muvafakatlarını temin edebilecek ve onların itimad edebileceği kimseler bulabilir misin? Babam: “İnşallah bulurum”, demiş. Vali bey: “Öyle ise haydi bu hayırlı işe birlikte çalışalım” demiş.. Ayrıca da yemin ile babamı bu hizmete davet etmiştir. Ve hemen akabinde Vali bey, Dahiliye vekili Şükrü Kaya’ya durumu bildirmiştir. Bunun üzerine Jandarma Genel Kumandanı Cemil Cahit Paşa ile Dahiliye vekaleti müsteşarı Şükrü Sökmensüer Siirt’e gelmeleri ve Vali beyi desteklemeleri ta’kip etmiştir.

Babam da, Vali beye vermiş olduğu sözü gereğince, yakın arkadaşlarından güvenilir, itibarlı kimselerden bir ekip kurarak vali beye götürmüş, bunlara pasaport ve harcırah için nakit para temin ettikten sonra, bu ekip Suriye’ye birkaç defa gidip gelmiş, Suriye’nin dağınık köylerinde oturan bu eşkıyaları tek tek bulmuş, onlara: “Sizler için kesin af çıkmıştır. Bu eşkıyaların tamamı 43 kişi imişler. Bu hususta sizin kefiliniz Yusuf Toprak beydir, diyerek bu adamları teslim olmaya ikna etmişlerdir. Bunların gelip Türkiye karakollarında teslim olmaları hususunda muayyen bir gece tespit edilmiş, tayin edilen gecede belli bir parola ile gelip teslim olmuşlardır. Evvela Mardin’e oradan da Dıyarbekir bölge valiliğine getirilmişlerdir. Diyarbekir’de bulunan 5 vilayet müfettişi Behçet Türkmen adlı şahıs tarafından o adamların ifadeleri alınır. Adamlar ifade verirken, itimad ettikleri babamın adını teleffuz edip ona güvendiklerini söylemişler.
Müfettiş olacak şahıs, hemen babamı Diyarbekir valisi Avni Doğan vasıtasıyla Diyarbekir’e davet etmiştir.

VE İYİLİĞE KARŞI KÖTÜLÜK [2]

Babam, Diyarbekir’e gelip müfettişlik dairesine gitmiş. Vali Avni Doğan’ın da hazır bulunduğu bir vakitte, makamın vakarına, haysiyetine hiçbir surette yakışmayacak bir surette ve son derece bayağı ve züppevâri bir tarzda ayaklarını masanın üzerine uzatmış olduğu bir halde istihzâî bir eda ile babama: “ Sen kimsin?” diye sorunca babam: Vali bey vasıtasıyla çağırdığın Yusuf Toprağım der. Ha!.. O meşhur şahıs sen misin? Bu işi mademki yapabiliyordun, neden daha evvel yapmadın da, bu uğurda yapılan masraflar, ölen asker ve sivil vatandaşlarımızı korumadın?!..

Babam ona: “Beyefendi, ben bir vatandaşım. Özel bir güç ve yetkim veya nüfuzum da yoktur. Yeni gelen valimiz beni makamına davet etti, bu hususta düşüncemi sordu. Ben de fikrimi söyledim. Vali bey fikrimri ma’kul karşılayarak beni hizmete davet etti. Ben de elimden gelenleri vali beyle birlikte yapmaya çalıştım. Ve yemin ederek vali beye bu işte bütün gücümle çalışacağıma söz verdim. Allah’ın lutfuyle de iş muvaafakiyetle neticelendi. Benim bu işte şahsi bir çok masraflarım olduğu halde, hiçbir makamdan karşılık talep etmeye tenezzül etmedim.” diye cevap verince, müfettiş Behçet, asık bir çehre ile: “Haydi git, anlaşıldı” diye cevapladı. Ben de yanından çıktım.

İşte benim yaptığım bu samimi iyiliğime mukabil müfettiş Behçet Efendinin yaptığı leimâne kötülüğe beraber bakalım. Benim hakkımda müfettiş Behçet Türkmen Dahiliye vekaletine şöyle bir rapor yazmış ki: “Çok nüfuzlu bir şahıstır. Bölgede kalması tehlikelidir. ” Ve acilen infazı elzem olarak Kastamonu vilayetine cebrî iskân kararı çıkartılmıştır. Bu kısmın devamına az sonra dönmek üzere, şimdi babamın tavassutuyla Süriye’den gelip Türkiye makamlılarına teslim olmuş olan 43 kişi eşkıyaların âkıbetine bakalım:

İşte Vali izzettin Çağparın babam Yusuf Toprakla birlikte o 43 kişi şahıslara söz vermiş oldukları tarzda, Diyarbekir valiliği tarafından Siirt Valisi ve babama teslim edilmişler, Siirt valiliğince mıntıkamızda muhtelif köylere ikişer üçer yerleştirilmiş, iskan edilmiş ve devletten onlara çiftçilik aletleri, öküz-inek gibi hayvanlarla birlikte, bir miktar nafaka da temin edilmiştir.

Gelelim bizim yani babamın ve ailemizin encâmına

Müfettiş Behçet Türkmen’in, babam hakkında Ankara’ya rapor yazarak gönderdiğinden ne babamın ne Siirt valisi İzzettin Çağpar beyin ne de Diyarbekir Valisi Avni Doğan’ın haberleri yoktu. Babamı iyi tanıyan ve bilen bu iki muhterem Valinin haberleri olmuş olsaydı, çok galip bir ihtimalle babamı haberdar ederlerdi. Ne kadar zaman sonra olduğunu bilmiyorum, bir gün aniden Jandarma tarafından babamın ellerine kelepçe vurularak göz altına alındığı gibi, benim yaşım henüz 12 iken okulda sırada otururken benim ellerime de kelepçe vurdular.

Sonra Babamla birlikte ailemizin hepisini kara tren vagonlarına tıktılar. Evimizi eşyamızı, 50 kadar yataklarımızı ve toprak altındaki ambarlarda olan 40 ton kadar tohumluk ve ekmeklik buğdaylarımızı olduğu gibi bırakıp gitmiş olduk. O kıtlık yıllarında işsiz,güçsüz, yabancı bir muhitte ekmeğe muhtaç bırakıldık. Arkamızda, yere gömülü buğdaylarımız yağma edilmiş, ayrıca da gizli stok yapmak suçuyla mahkemeye verilen babamın Kastamonuda ifadesi alınmıştır.

Vali İzzettin Çağpar bey, babamla birlikte yürüttükleri ve muvaffakiyetle bitirdikleri hadiseden dolayı terfi ettirilerek Siirt’ten Samsun valiliğine, bir zaman sonra da Ankara valiliğine atanmıştır.

Memlekette Babamın ve ailemizin evi hanedan idi. Evimizde, ailemizin ihtiyacından fazla 40-50 kat kadar yatak vardı. Kazada otel olmadığı için, evimiz misafirhane idi. Toprak altındaki ambarlarımızda çok büyük miktarda saklı tahılımız vardı. Davar-doluk, at, öküz vs. de çoktu. Aniden bize yapılan baskın ile her şeyimizi olduğu gibi bıraktık. Babamın cebinde az bir miktar nakit para vardı. Fırsat vermediler ki, bir şeylerimizi satıp para edip yanımıza alalım. Böylece, hiç sebepsiz bizi kara trenlerle 25 gün kadar perişan bir halde yollarda süründürdüler. Nihayet Kastamonu’ya vardık. Bir ev kiraladık. Bu ev çok kirli, bodrum gibi karanlık idi. Buna rağmen evin sahibesi kadın, bizim kalabalığımızı bahane ederek, bizi çıkarttı. Sonra, buraya yakın kiralık bir evi sakallı bir zat, bize: ‘‘Gelin bu arka tarafta bir evim var, beğenirseniz size kiraya veririm.’’ dedi. Gittik, baktık, temiz ve güzel bir ev, buraya yerleştik, kaldık. 

Hz. Üstad bediüzzamanla tanışmamız ve buluşmamız

Babamın cebinde sadece 38 banknot kalmıştı. Gerçi o günkü durumda banknot bayağı kıymetlidir. Ama ailemiz fazla kalabalık. Bir iş bulmamız, bir gelir temin etmemiz şiddetle gerekmektedir.

Bir-iki gün sonra babamla birlikte şehri tanıyalım, görelim diye sokağa çıktık Kastamonu’nun bir caddesinde yürürken, değişik kıyafetli ve zamanın insanlarının kıyafetine hiç benzemeyen bir kıyafeti olan bir zat, bir tarafa doğru yürüyüp gittiğini gördük. Bir iki kişiye sorduk: ‘‘Bu zat kimdir?’’ dediler: ‘‘Buna Bediüzzaman derler. Büyük bir âlimdir. Şarktan menfi olarak buraya getirilmiş’’ ‘‘Peki, nereye gidiyor?’’ dedik. ‘‘Kalenin başına gidiyor’’ dediler. Biz de takip ederek kaleye çıktık. Yanına yaklaştık,selam verdik, ellerini öptük. Babam bizim haksız yere gördüğümüz muameleyi ve macera-yı hâlimizi anlattı. Hz. Üstad bize acıdı ve teselli edip dua etti. Hz. Üstad babama, beni kastederek ‘‘Bu senin oğlun mu?’’ dedi. Babam: ‘‘Evet, kölendir.’’ Dedi. Hz. Üstad başımı okşayarak iltifatlarda bulundu. Ve babama: ‘‘Senin bu oğlun Sabri, benim 28. Oğlum olsun, diye taltifler yaptı. 

Vali Avni Doğan’ın Yardımı

Yine bir gün babamla çarşıya, bir iş bulmayı aramak niyetiyle çıkmıştık. Caddenin kenarında yürürken, bir siyah otomobil yanımızdan geçti. Biraz ötede durdu ve geri gerisine geldi, tam yanımızda durdu. Arabanın kapısı açıldı, babamı çağırdı, ‘‘Buraya niye gelmişsiniz, ne yapıyorsunuz’’ diye sordu. Babam hâl ve vaziyetimizi ve burada perişan bir durumda olduğumuzu anlattı. Vali Avni Doğan bey Diyarbekir’de valilik yapmış ve babamla karşılaşıp tanışmışlar,yani babamın memleketteki halini bilen birisi ..Vali bey de babama: ‘‘Merak etme yarın valiliğe gel, seni bir yere yerleştireceğim’’ dedi. Ertesi gün babam vali beye gitti. Evkaf müdürlüğünde memur bir adam, bir ay sonra vazifeden ayrılıyormuş, aldığı maaş 34 banknotmuş. Bu adama ‘‘Gel, şimdi ayrıl, yerinize Yusuf Toprak bey atanacak’’ dendi ise de adam: ‘‘hayır, benim paraya ihtiyacım var, bir ayın maaşını almam gerek.’’ demiş. Bunun üzerine babam ona, ben senin alacağın maaşı şimdi vereyim, sen de resmen ayrıl, demiş. Adam babamın teklifini kabul etmiş ve resmen memuriyetinden ayrılmış. Hemen aynı gün vali beyin emriyle babamın tayini yapıldı. Böylece Vali Avni Doğan beyin himmetiyle, ailemizin geçimini sağlayacak bir iş bulunmuş oldu. 

Sonra ben de, Kayseri’de okulumu bitirip geldim. Kastamonu belediye reisi Adil bey beni belediyede bir işe aldırdı. Reis Adil Bey (Adil Yücebıyık), bizim Hz. Üstad’la muarefemizi bildiği için, bir gün beni üstada gönderdi. Ve Hz. Üstad’a: ‘‘onun geçim masrafının belediyece karşılanacağını bildirmemi’’ emretti. Ve aylık masrafının ne kadar olduğunu öğren dedi. Ben gittim, Üstad’a belediye reisinin mesajını ilettim Hz. Üstad: ‘‘benim hiçbir ihtiyacım yoktur. Ben, gıda olarak günde birkaç üzüm habbeleriyle idare edebilecek durumdayım. Bu cihetten benim bir ihtiyacım olmaz. Ancak oturduğum evin kirasını Belediye isterse ödeyebilir. Ve Belediye reisine teşekkür ve selamlarımı söyle, dedi. Ben döndüm, reise Üstadın söylediklerini tebliğ ettim. 

Ve sonunda af ve memlekete dönüş
Seneler sonra, Müsteşar Şükrü Sökmensüer Dahiliye vekili olur.Cemil Cahit paşada, (Jandarma genel kumandanı iken) Genel Kurmay başkanı olur.

Avni Doğan Kastamonu valisi .. Ve İzzettin Çağpar Ankara valisi olduğu günlerde, babam Ankara’ya valiye gidip durumunu arz eder. Vali İzzettin bey babamı çok iyi karşılayıp, Dahiliye vekaletine beraber giderler.Ailemizle ilgili dosya getirtilir. Dosyanın üzerinde “Sasonlu Yusuf Toprak” yazılı olduğunu görür. Vali bey babamdan özür dileyerek, bu işe ben sebep oldum.Bu töhmeti de ben temizlemeliyim diyerek babamı teselli eder. Sonra zamanın ileri gelen şahsiyetlerinden İstanbul meb’usu Recep Peker’e umumi bir af kanun tasarısı hazırlatıp meclise sevk ettirir. Meb’usların tamamı ikna ettirilip; Batı Anadolu’ya tehcir edilen ve iskana tâbi’ tutulan umum aileler için genel af kanunu çıkarılır.

Böylece Kastamonu’da 1941 yılına kadar kaldıktan sonra, affımız çıktı, memleketimize döndük. Eski işimiz olan çiftçiliğimize devam eyledik. Babam Yusuf Toprak 12.02.1964’ te Siirt merkezinde bir Cuma günü ve kurban bayramı 1. Günü vefat eyledi. Rahmetullahi aleyh.

Ceberût Devrinin bazı zalim valilerinin icraatlarının küçük bir örneği daha:
Bu zalimane muamele ve hadisenin bir benzeri ve teyidedicisi de; 1931’lerde Siirt’te valilik yapan Sakıp Beygo adındaki şahıs, Siirt şehrinin meşhur ve tarihi eseri olan Şeyh-i Nakkaş cami’ ve türbesine, şehirde açılacak bir yolun güzergâhını -kasd-ı- mahsusla- uğratıp yıktırmış, cami ve türbeye ait yolun geçtiği bölümden arta kalan arsasını da halka sattırmıştır. (Mufasal Tarihçe-i Hayat, cilt.1 sh:102) 

İfadeyi, muhterem Sabri Topraktan dinleyip kaydeden (kayıt tarihi 02.11.2008)
şahit şahit 
Salih Dedeoğlu M. Cumhur Arslan 

Araştırmacı yazar ve Üstadın talebelerinden Abdûlkadir BADILLI

[1] Bu tarih, hz. Üstadın Eskişehir hapis hadislerinin de tarihidir. 

[2] Bir hadis-i şerifte peygamberimiz(Asm)şöyle buyurmuş: “Dikkat et,iyilik ettiğin kişi eğer leim ise,(Yani tinetsiz,asılsız ve karektersiz ise)onun sana yapacağı kötülük ve şerrinden kendini korumaya bak.” Bu hadis-i şerif…

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

“Said Efendi Kadar Kur’an’ın Ruhuna Nüfuz Etmiş Bir Şahıs Tasavvur Edemem”

Mevlüd GÖNEN Hocaefendi anlatıyor: SAİD EFENDİ KADAR KUR’ANIN RUHUNA NÜFUZ ETMİŞ BİR ŞAHIS TASAVVUR EDEMEM …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Telfîk ve Hükmü Hakkında

1. Makale  Telfik Telfik, L.f.k. kökünden türeyen ve tef’il babından mastar olan telfik kelimesi, sözlük …

Kapat