Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Seçme Yazılar / Zaman Hangi Zamandır, Zamanın İlacı Nedir? / Dr. Burhan SABAZ

Zaman Hangi Zamandır, Zamanın İlacı Nedir? / Dr. Burhan SABAZ

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Zaman Hangi Zamandır,

Zamanın İlâcı Nedir?

________________
Dr. Burhan SABAZ

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin temel esprisi ve sebebi, Cenab-ı Hakk’a iman etmek, O’nu tanımak ve O’na ibadet etmektir. Evet görünüşte hiçbir vazifesi görünmeyen ve bütün kainatı kendisine bir cihetle hizmetkar eden bu insanın, kainat üstü bir vazifesi bulunması icab ediyor. Her soruya ve soruna hakiki derman olan Kur’an-ı Hakim, insanın zahiren ehemmiyetsizliği ve vazifesizliği ile birlikte, tüm kainata reis ve sultan olmasının hikmetini şöyle izah etmektedir: “Ben, cinleri ve insanları ancak Beni tanısınlar ve Bana îman ve ibâdet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat Sûresi, 51:56) Demek asıl mesele imandır ve o iman içerisinde derinlik kazanarak ibadete yönelmektir. Imanın derinliği ibadetlere zenginlik kattığı gibi, ibadetlerin ciddiyeti de imana değer katmaktadır. Bu iki unsur da Allah’a olan marifetimize ve muhabbetimize basamak ve temel oluşturmaktadır. Böylece insan tarifi mümkün olmayan bir manevi huzur, saadet ve hazlara sahip olur.

İlâhi marifete veya iman hakikatlerinin derinliğine ulaşmakta çeşitli yöntemler vardır. Elbette bu yöntemler hem insanların farklı ruh haletine hem de zamanların durum ve vaziyetine göre değişiklik arz etmektedir. Bazı insanlar uzun bir yolla isteklerine kavuşmayı irade ederken, bazıları kısa yoldan emellerine ulaşmaya çalışabilir. Bazı zamanlara göre çok güzel ve kaliteli gibi görünen bir mal, başka zamanlarda çok basit ve ehemmiyetsiz görünebilir. Kışın ısrarla aradığımız ve piyasaya çıkardığımız elbiselerimizi yazın görmeyi bile istemeyiz. Bazı insanların rahatlıkla kullandığı bazı ilaçların, farklı mizaçlarda olanların kullanmalarının zararlı olması gibi…

Evet bu zaman, ahirzamandır. Bu zamanın insanı çok aceleci, sonuca hemen ulaşmak isteyen, tahammülsüz, çok şeyleri kısa bir zaman sürecinde halletme eğiliminde olan bir yapıya sahiptir. Bediüzzaman’ın tabiriyle bu zamanın “seriüsseyr- çok hızlı olan, süratle akan” gibi bir özelliği vardır. Geçmiş zamanlara göre çok bariz ve açık bir farklılığa sahip olan bu asrın insanının, Elbette ilahi ve imani marifete ulaşma sistemi de zamana uygun olmak gerektir. Çünkü Allah, hem Adil hem de Hakimdir.

Zamanımızın ve ülkemiz topraklarının yetiştir- diği parlak ve nadide bir şahsiyet olan Bediüzzaman, bu konuda çok çarpıcı açıklamalar yapmaktadır. Bu konuda birkaç örnek vermek münasip olacaktır. Şöyleki:

1-“I’lem eyyühe’l-aziz! Tevfik-i Ilâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimle re ( iman ve islam esaslarına bakan yüksek ilim ler) ulûm-u âliyeyi ( alet ve yardımcı ilimler) oku- maksızın isâl edici bir yol buldum. Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.” ( Mesnevi-i Nuriye, s:)

Demek bu zamanda Allah’ın yardımına mazhar olan birisi, uzun yıllar çalışmasına ihtiyaç kalmayacak şekilde, kısa zamanda hakikate ulaşabilir. Bu noktadan uzun bir zaman çalışarak ancak hakikate ulaştıran tarikat ve medreselerde öğretilen alet ilimlerinin tahsiline gerek kalmadan, istenen mertebeye kısa zamanda ve emniyetli bir tarzda erişilebilir. Bediüzzaman’a göre bunun sebebi, insanların kabiliyetlerinden öte süratle akan bir nehir gibi olan bu asırda bizi yaratan Allah’ın rahmet, hikmet ve adaletle geçmiş asırlardaki insanlara yetişebilmemizi veya geçebilmemizi irade etmesidir.

2- “Ehl-i velâyetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi, Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî burhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaike yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü’d-din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor, meydandadır.” (Emirdağ Lâhikası I, s:91)

Yine ahirzamanın özelliğinden kaynaklanan ve bu zamanın manen perişan insanlarına ilahi bir yardım ve rahmet eseri olarak, ilmin gücünden istifade edilerek hakikate ulaşmanın yolu açılmıştır.

Evet geçmiş asırlarda fevkalade makbul olan ve süluk ve riyazet sistemi üzerine kurulu olan tasavvuf ve tarikat mesleği yerine, bu zamanda ilim ve mantığın kullanılması hakikate ve Velayet-i Kübra dediğimiz özel bir makama ulaşılabilir.

3-Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. Ilimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır.” ( Mektubat, s:331)

Iman ve marifet dediğimiz cevherlerin yeri ve mahzeni akıl değil, ruh, kalb ve sırr denilen latifelerdir. Nasıl ki yemeğin yeri mide değildir. Mide vücudun hücrelerine gıdayı dağıtan bir vasıtadır. Aynı şekilde akıl da, ilimler için bir mide gibidir. Akıl midesine ilimler girdikten sonra, kalb, sırr, ruh, latifeler ve hisler kendilerine göre istifade etmelidir. Yoksa akılda kalacak ilim, insana bir kemalat kazandırmaz. Işte bu zamana hitab edecek temel tarz akla hitab eden, ama kalb ve ruha kemalat verecek ve onları kemalata ulaştıracak olan ilimdir.

4-Hem, “Risale-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir, Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır.” Risale-i Nur, bu hizmeti lillâhilhamd en müşkül ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor. Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin’in (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) ihbarat-ı gaybiyeleriyle, şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi, Gavs-ı Âzam (k.s.) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur’dan haber verip tercümanını teşcî etmiş. (Emirdağ Lahikası I, s: 67)

İslâm tarihine göz gezdirildiğinde görülecektir ki, sahebeler zamanında hakim olan inanç ve iman eksikliği, Islam aleminde hiç bu asır kadar bulunmamıştır. Dolayısıyla sahabelerin hakikate kısa zamanda yetişmelerine ve iman hizmetini esas yapmalarına vesile olan, zamanlarının özelliğidir. Madem aynı şartlar şimdi de ortaya çıkmış ve madem inancın azaldığı ve herkesin dünyaya teveccüh ettiği bir zamanda iman hizmeti ön plana çıkıyor. Öyleyse ahirzamanda da dine kuvvet verecek sistemlerin temel hizmet anlayışı, hızlı ve pratik anlaşılabilen ve insanların imanına destek verecek olan bir mekanizmaya sahip olmalıdır. Bu tarz bir hizmet de, ancak sahabeler zamanındaki gibi kısa zamanda hakikate ulaştıran “ilim ve iman kurtarma” esaslı olabilir. Bediüzzaman kendi hizmetinin böyle bir özelliğe sahip olduğunu da İmam-ı Ali (r.a) ve Gavs-ı Azam olan Abdülkadir-i Geylaniden (r.a) delil getiriyor. ( Bakınız; Sikke-i Tasdik-i Gaybi eseri)

İmam-ı Rabbani (r.a) “Mektubat” eserinin 32. Mektubunda der ki: “Tasavvuf yolculuğunda, her makâmın, ayrı bilgileri, ma’rifetleri, hâlleri vardır. Her makâm için ayrı vazîfe, zikr ve teveccüh lâzımdır. Bazı makâmda zikir, başka makâmda Kur’ân-ı Kerîm okumak, namâz kılmak, bazısında cezbe, bazısında sülûk, bazısında ise bu ni’metin her ikisi vardır. Öyle makâmlar da vardır ki, cezbe ve sülûk oraya yanaşamaz. Bu son makâmlar çok yüksek, pek kıymetlidir. Peygamberimizin (a.s.m) Ashâb-ı Kirâmının (r.a) hepsi, bu makâmlara kavuşmuş, bu büyük nimet ile şereflenmiştir. Bu makamların sâhipleri, başka makâmların sâhiplerine benzemez. Baska makâmların sâhibleri ise, birbirlerine az çok benzer. Bu makâm, Ashâb-ı Kirâmdan sonra, Hazret-i Mehdîde görünecektir. Tasavvuf büyüklerinden pek az kimse, bu makâmdan haber vermiştir. Bu makâmın ilimlerinden, marifetlerinden söyleyen ise, yok gibidir. Bu makâm, Allahü teâlâ’nın, öyle büyük bir nimetidir ki, dilediği, seçtiği bahtiyârlara nasib olur. Ashâb-ı Kirâm (r.a) bu pek yüksek mertebeye, dahâ ilk sohbette ayak basardı ve zamânla bu mertebelere yükselirlerdi. Sonra gelen Evliyâdan birini, bu nimet ile şereflen- dirmek ve Ashâb-ı Kirâmın terbiyesi ile yetiştir- mek isterlerse, cezbe ve sülûk mertebelerini geçirip ve bunlarin ilm ve marifetlerini atlattık- dan sonra, bu devlete eriştirirler.”

Bediüzzaman’ın “Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin, bin derece haddimin fevkinde olarak, kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyakatim yoktur. Fakat o ileride gelecek acip şahsın bir hizmetkârı ve ona yer hazır edecek bir dümdârı ve o büyük kumandanın pîşdâr bir neferi olduğumu zannediyorum. Ve ondadır ki, sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın.” (Barla Lahikası, s: 283) cümleleri, Imam-ı Rabbani’nin “Ashab-ı Kiramda görünen bu makam daha sonra Hazret-i Mehdi’de görünecektir” ifadesine çok muvafık düşmektedir.

5- Bu zamanda iman ve Kur’ana yapılan saldırı, cehaletten değil, fen ve felsefeden kaynaklanmak- tadır. Elbette saldırıya karşı yapılacak mukabele ve karşı koyma tekniği de aynı özellikte olmalıdır. Çünkü düşmanın silahına göre tedbir almak hem dinimizin emri hem de hikmetin gereğidir. Bediüzzaman “Eski mübarek zâtların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve mârifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar.

Risaletü’n-Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevî mu’cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak burhanlarla imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.
O divanlar derler ki: “Velî ol, gör; makamata çık, bak, nurları, feyizleri al.”
Risaletü’n-Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör. Yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar”.

Hem Risaletü’n-Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevî-i dalâlet karşısında tek başıyla galibâne mukabele eder.

Hem Risaletü’n-Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez; ve evliya misilli yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” (Kastamonu Lahikası, s: 11-12) diyerek bu hakikati başka açıdan değerlendirmiştir.

Bediüzzaman’ın halis bir talebesi olan Zübeyr Gündüzalp (r.h) üniversite talebelerine verdiği bir konferansta bu gerçeği şöyle desteklemektedir: “Hem, bundan evvelki asırlarda, müsbet ilimlerin, yirminci asırdaki kadar terakki etmemiş olduğu mâlûmunuzdur. Şu halde, bu asırda dünyaya yayılmış olan dinsizlik ve maddiyunluğu kökünden yıkabilmek, hak ve hakikat yolunu gösterip, beşeri sırat-ı müstakîme kavuşturmak, imânı kurtarabilmek için, ancak ve ancak Kur’ân-ı Hakîmin bu asra bakan vechesini keşfedip, umumun müstefid olabileceği bir şekilde tefsir edilmesi elbette bu asırda kabil olacaktır.” ( Sözler, s: 752)

6- Hz. Peygamber (a.s.m) her asırda bir müceddidin geleceğini ümmete müjdelemiştir. Dolayısıyla müceddidler, bulundukları asırda Islam’ın insanlara vermek istediği mesajı hakkıyla yansıtmaya çalışırlar. Bunlar dinin esaslarına kendilerinden bir şey katamadıkları gibi, hizmet tarzını da kendileri belirleyemiyorlar. Bunlar doğrudan doğruya Kur’andan ve Hz. Peygamber- den ders alıp, insanlara bu hakikat derslerini veriyorlar. Işte madem çoğu sağduyulu, muhakkik ve müdakkik alimlerimizin görüşüne göre Bediüzzaman hazretleri bu asrın müceddididir. Öyleyse yazdıklarında ve hizmet tarzında gösterdiği tasarrufta yalnız değildir. O’na bu hizmet tarzını emreden zat, her asırdaki müceddidlerin hizmet programını çizen Efendimiz (a.s.m)’dır.

Risale-i Nurlarda bu manaya şöyle izah getirilmektedir: “Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkàdir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve Imam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i Islâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır.

Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. Imansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i Islâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. Işte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.

Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i Islâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.” (Mektubat, s: 23)

Ayrıca Bediüzzaman kendisi gibi müceddid olan Hz. Mevlana için; “Hazret-i Mevlana benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur`u yazardı. Ben Hazret-i Mevlana zamanında gelseydim, Mesnevi`yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı. Şimdi Risale-i Nur tarzındadır.” (Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, cilt:1, s: 318) demiştir.

Bediüzzaman’ın “zahirden hakikate geçmek” tabirine de açıklık getirmek icab ediyor. Bilindiği üzere hak dediğimiz kavram, inkarı mümkün olmayan gerçek anlamına gelir. Eşyanın varlığı, yerin çekim kuvveti ve suyun kaldırma kuvveti gibi kanunlar, ruh ve benzeri maddeyi idare eden manevi şeylerin inkarı mümkün olmadığı için varlıkları haktır. Eşyanın Mahiyeti, hakikati ve sureti ile ilgili tarifleri için Seyyid Şerif Cürcani şöyle güzel izahlar getirmektedir:

O nedir? sorusunun cevabı için akla hitab edecek özellikler, “mahiyeti” hariçte sübutu bakımından “hakikati” başkalarından farklılığı bakımından olan özelliği ise “hüviyeti veya sureti” ifade eder. Mesela hastalık bir hadisedir. Hastalığın sureti hastanın perişan vaziyetinde görünür. Mahiyeti ise sıhhatin bozulmasıyla meydana gelen arızalı hayattır. Hakikati yani iç yüzü ise, insanlar için bir imtihan aracı olması, sabredenlerin derecelerini artırması ve günahlara kefaret olmasıdır. Aynen bunun gibi kainattaki herşeyin sureti, mahiyeti ve hakikati vardır.

Insanların bu dünyaya gönderilmesinin sebebi eşyanın hakikatine nüfuz edip, halıklarını tanımak, sağlam bir iman elde etmek ve o vadide ilerlemektir. Bu amaçla sözkonusu hakikati izah etmek için birkaç temel değerlendirme yapmak icab eder.

a- Eşyanın hakiki hakikati, Ilahi isimlerdir. Bu ilahi isimlere ulaştığımız ölçüde terakki etmiş oluruz. Insan, zatının birliğiyle beraber pek çok ünvana sahip olabilir. Sözgelimi, yemek yapmasıyla aşçı, resim yapmasıyla ressam, hitabetiyle hatiptir. Yaptığı bütün yemekler onun aşçılığına, bütün resimler ressamlığına, bütün konuşmalar hatipliğine bakar, şehadet eder. Bu eserlerin kaynağı o zatın adı geçen ünvanları olduğu gibi, kainattaki bütün eserler Allahın isim ve ünvanlarının tecellileridir.

Evet varlıklar ve fenler ilahi isimleri gösteren aynalardır. Bu zahiri aynalardan kurtulup arkalarında tecelli eden esmaya ulaşmak zahirden hakikate geçmektir. Mesela; ilmi gerektiren faaliyetlerden “Alim” ismine, suretlerden “Musavvir” ismine, hikmetli yapılan işlerden “Hakim” ismine, şefkatli manzaralardan “Rahim” ismine, yaratılımışlardan “ Hâlık ” ismine, güzelliklerden “Cemil” ismine, tıb ilminden “Şafi” ismine ulaşmak hakikate ulaşmaktır.

b- Her iman şartının da zahiri ve hakiki cihetleri vardır. Mesela; peygamberimizin fiziki hali ve hayatının maceraları O’nun suretidir. Ama Allah indindeki makbuliyeti ve Kainatın O’nun hürmetine ve O’nun nurundan yaratılmasını kavramak hakikatine ulaşmaktır. Kur’anın lafızları ve ifadeleri zahirini oluştururken, Allah’ın kelamı olmasının hissedilmesi ve kavranması ise hakikatini teşkil eder. Ahirete taklidi iman ile inanmak zahiri bir mertebe iken, tahkiki imana yükselmek ise hakikatine ulaşmak anlamındadır. Sair iman hakikatlerini bu zaviyeden değerlen- dirmek mümkündür.

c-
Dinimizin emrettiği her türlü emir, tavsiye, sünnet, vacib ve farzların da zahiri ve hakiki dereceleri vardır. Bunların hakikatine de insanların ulaşmaları nispetinde dereceleri değişir. Mesela namazın bir zahiri yönü var ki, okuduğumuz ayetler, zikirler, yaptığımız secde, rüku ve sair hareketlerdir. Ama bir de hakikati var ki, namazımız mi’raç hükmünde olup, bizleri iki dünyadan geçirip huzur-u İlahiye kavuşturur. Allah’a olan sadakatimizin de göstergesidir. Diğer ibadetler de bu zaviyeden değerlendirilebilir.

d- Musibet ve hastalıkların da zahiri ve hakiki cihetleri vardır. Mesela pekçok insan, ölümün zahirine bakar, onu korkunç bir olay olarak görür, korkar. Ama işin hakikatine varanlar ölümü, sevgililer sevgilisi Allah’a (c.c) ve Efendimize (a.s.m) kavuşmak olarak görürler. Mevlana gibi ölümün hakikatini kavrayanlar için, ölüm yeni bir doğumdur.

e- Günahların da bir zahiri bir de hakiki ciheti vardır. Zahirisi bunların çirkinlikleri ve nahoş yüzleridir. Hakikati ise Allah’a olan imanımızın derecesini ortaya çıkaran unsurlardır. Bir günahla karşı karşıya kalındığında zararından kurtulmak için yapmamak zahirisini oluştururken, Allah’ın razı olmadığı bir fiil olduğu için işlememek, hakikatini oluşturuyor.

Işte insanları terakki ettirmek üzere tesis edilen sistemlerin bazısı, zahirden hakikate geçmek için tarikat dediğimiz tasavvuf mesleğinden giderken, bazıları da Velayet-i Kübra dediğimiz ve Ilahi cezb ile ihsan edilen bir yol ile gider.

Bediüzzaman bu konuda; “Sahabelerin velâyeti, velâyet-i kübrâ denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrebiyet-i Ilâhiyenin inkişafına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyâtı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür. (Mektubat, s: 50) ve “Risale-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir, Sahabe mesleğinin bir cilvesidir.” (Emirdağ Lahikası I, s: 67) diyerek, Allah’ın sahabelere ihsan ettiği Velayet-i Kübra makamı nın bir cilvesini Risale-i Nurlara da ihsan ettiğini nazarımıza sunmaktadır.

Netice itibariyle, zahirden hakikate ulaşmak için ya tarikat ve tasavvuf yolu kullanılacak, ya da Sahabe mesleğinin yüksek yolu tercih edilecektir. Zamanların özelliğinden kaynaklanan bir hikmetle Cenab-ı Hak (c.c), her asrın insanlarına ayrı ayrı yolları ihsan etmektedir. Üstadın bu gibi cümleleri, Nur yolunun sahabe mesleği olmasından, tarikatlardan önemli derecede farklı olduğunu ortaya koyar. Tarikatlarda nafile ibadetler, çok önemli bir esastır.

O yolda gidenler bu nafilelerle yüksek makamlara çıkabilirler, zahirden hakikate de geçebilirler. Nur risaleleri ise özellikle tefekkürü esas alarak aynı neticeleri, daha kısa zamanda ve daha selametli kazandırabilirler.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Önceki yazıyı okuyun:
KABARCIK / Ubeydullah GARİB

Kabarcık Ubeydullh Garib “Onu Uyku ve Uyuklama Tutmaz.” Ayetülkürsi’de geçen “Onu uyku ve uyuklama tutmaz.” …

Kapat